31 Mayıs 2018 Perşembe

Ankara Demiryolları Müzesi - Araştırmacı, Şair ve Yazar: Arzu KÖK

Ankara Demiryolları Müzesi
Maliye Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) ile Toplu Konut İdaresi (TOKİ) arasında yapılan protokolle Ankara Garı ve çevresindeki tüm taşınmazlar Maliye Bakanlığı`na devredildi. Protokol ile TCDD Müze ve Sanat Galerisi`nin de bulunduğu alana inşaat TOKİ tarafından yapılacak ve yapılarla birlikte alan Hacı Bayram Veli Üniversitesi`ne devredilecek. 18 Ocak tarihinde Demiryolu Koordinasyon Kurulu`nda (DKK) alınan toplantı kararında TOKİ`nin hizmet karşılığında yapması düşündüğü yapıların cami, kreş, misafirhane ve hizmet evi olduğu bildiriliyor.
Bu protokolle beraber, Ankara Misafirhanesi ile Demiryolu Müzesi ve Sanat Galerisi`nin 25 Mayıs tarihinde itibaren kapatılması kararı da alındı.
Oysa Ankara Garı ve çevresi bizim hafıza mekânlarımızdan biridir. Milli mücadele için Mustafa Kemal Ankara’ya geldiğinde 27 Aralık 1919’da istasyondan giremedi. Ancak Dikmen sırtlarından girebildi. Çünkü o gün istasyon, işgal güçleri tarafından işgal edilmiş ve ulaşım sağlanamıyordu. Ankara Garı Milli Mücadelenin başarısının, Ankara’nın başken oluşunun merkezidir. Bu nedenle sonsuza kadar bir abide niteliğinde korunmalıdır. Ankara Garı ve çevresi sit alanı olarak ilan edilmeli iken modern mimarinin bir parçası haline getirilmeye çalışılıyor.
Ankara Garı’nın bir bölümünün devredilmesi, müzenin kapatılması siyasal İslam’ın ideolojik bakış açısının mekâna yansımasından başka bir şey değildir. Bugün kapatılan TCDD Müzesi moderniteye ve Cumhuriyete açılan kapıların kapatılacağının göstergesidir. Böylelikle de Türk halkının kendi tarihiyle bağlarının koparılması adına çalışılıyor. İşin ilginç tarafı seçim süreci içerisinde kapatılması ki bu toplumda oluşacak tepkilerin hızını yavaşlatacaktır düşüncesidir sanırım. Bir de 10 Ekim Katliamı’nda kaybedilenler adına yapılması planlanan “Demokrasi Anıtı” da engellenmiş olunuyor böylece.
Yazık ki demokrasiyi tramvaya benzetenlerin son durağı Ankara Garı oldu. Oysa buradan ötesi yoktur. Yangından mal kaçırmak diye buna denir yazık ki…
Sizlerle Ankara Garı ve Müzesinin önemini anlatan iki yazı paylaşacağım. Evet yazı çok uzun olacak ama bizim için önemini yeniden anımsatmak ve bu yapılanlara birlik olup izin vermemek adına mücadeleye girişmenin fitilini ateşler belki de düşüncesidir bendeki…
İlk yazı Reşat Yamaner imzasıyla 1951 yılında Demiryollar Mecmuasında yayınlanan “Demiryolu Müzesi İhya Edilmelidir” başlıklı yazı, diğeri ise Ümit Sarıaslan imzalı imzalı “Demir Ağlardan Örümcek Ağlarına” isimli 2004 yılında yayınlanmış bir kitaptan aldığım Münevver Oğan tarafından müze müdürü Servet Sarıaslan ile yapılan “Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk Konutu ve Demiryolları Müzesi” başlıklı eseri… Bu eserlerden küçük alıntılar da yapabilirdim ama bunların bir bütünlük içerisinde okunmasından yanayım. Umarım okursunuz…
"Demiryolu Müzesi İhya Edilmelidir"
Reşat Yamaner
Demiryolu müzesinin "geçici" kaydıyla Haydarpaşa'da ilk kuruluşu, Bayındırlık Bakanı Behiç ve Devlet Demiryolları Genel Müdürü Haşim Beyler zamanında, 1928 yılı Nisan ayındadır. Burada toplanacak olan eşya, "müze" biraz daha geliştikten sonra "yakın bir gelecekte" Ankara'ya taşınarak, "inşa edilecek mahalli mahsusa vaz ve erbabı meraka küşat" edilecekti (bu iş için yapılacak özel bir yapıda meraklılarına açılacaktı). Bu konuda teşkilata gönderilen yönergede (tamimde):
"Memleketimizde milli bir meslek halinde vücut bulan ve günden güne tevessü ve taazzuv eden (genişleyen ve kurumlaşan) demiryollarımızın kıymetli hatıralarını muhafaza ve demiryolu mensubininin (çalışanlarının) tarzı mesailerini ve memleketteki terakkiyatı (ilerlemeyi) tesbit edecek ve daima yaşatacak olan bir demiryol müzesi kurulması"nın ehemmiyetine işaret ve bütün daire ve şubelerle demiryolu memur ve müstahdemleri müzenin zenginleştirilmesi için mesaiye davet ediliyordu.
Yukarda sözü edilen teşebbüs tarihinden bugüne kadar (1951) yirmi beş yıla yakın bir zaman geçmiştir. Bundan beş-altı sene önce Haydarpaşa'daki hareket kursuna mümeyyiz (sınav görevlisi, ayırtman) olarak gönderildiğim sıralarda, kursun o zaman bulunduğu en üst katta dar bir salona üst üste yığılmış, toz toprak içinde mühmel (boşlanmış, kendi başına bırakılmış), ve perişan bir durumdaki müze eşyasını görmek fırsatını bulmuş ve bu yürekler acısı manzaradan içim sızlamıştı. Bu boynu bükük eşya arasında Türk demiryolculuk tarihinin binlerce lira pahasına da olsa bir ikincisi temin edilemeyecek değerde hatıraları vardı. Bunların ilk kuruluşundan beri düzgünce tutulmuş bir envanteri (dökümü) ve bu envantere göre müzeyi yekdiğerine (bir başkasına) devreden sorumluları var mıydı? Bugün (1951) bu demiryolu müzesi çekirdeğinden elde kalan bakaya (artık) nerelerde ve nasıl bir durumdadır?
Bilmiyorum ve içimi bir kere daha sızlatacak bir cevap almak endişesiyle sorup öğrenmekten adetâ çekmiyorum. Bizde birçok iyi başlangıçların, hayırlı kuruluşların Batı âleminde olduğu gibi zamanla tamamlanarak gelişecek yerde, şahsa bağlı alâka ve gayretlerin günün birinde kesilivermesi yüzünden akim (sonuçsuz) veya hiç değilse mühmel (boşlanmış) ve metruk (bıra-kılmış) kaldığı az rastlanan olaylardan değildir.
Yalnız milli veya mesleki anane (görenek) ve hatıraları yaşatmakla kalmayarak nesiller boyunca gitgide fazla ilgi çekecek bir okul rolü oynayan müzelerin medeni bir süs veya toplumsal bir lüks mahiyetinde olmayıp hakiki bir lüzum ve ihtiyaca tekabül ettiği (karşılık geldiği) rahmetli [Osman] Hamdi ve Halil Edhem Beylerden beri geçen yüz yıla yakın zaman içinde memleketimizde de iyice anlaşılmış bulunmaktadır.73 Ankara ve İstanbul'da kapılarını dosta düşmana şeref ve iftiharla açtığımız çeşitli müzeler arasında, niçin birçok memleketlerde olduğu gibi bir demiryolu müzesi de yer almış bulunmasın?.. Bugünkü şartlar altında böyle bir müzenin hemen kurulup açılmasına imkân bulunamasa bile yarınkileri bu imkândan mahrum etmemek için bugünden hazırlıklarına başlamak lazımdır.
Demiryolu müzesinin ihyasını (yeniden canlandırılmasını) bundan iki üç yıl önce Devlet Demiryollarının 25. yılı dolayısıyla (1948) önerdiğim zaman, bu işe elverişli bir bina bulunmasındaki güçlükler öne sürülmüştü. Ankara'da böyle bir girişim için bina durumunun elverişsiz olduğu kabul edilmese de Sirkeci, Eskişehir ve Afyon gibi yerlerde mülga (kaldırılmış) işletmelerden kalma çeşitli binalardan bir başlangıç için yararlanılamaz mı? 
Bazı memleketlerin demiryolu müzelerinin hazırlıklarına baraka ve sundurmalar altında başlamış olduklarını biliyoruz. Esasen bu gibi müzelerin kurulmasının ilk aşaması, "toplama ve saklama"dır. Bu aşama, görece az bir harcama, fakat büyük ölçüde bilgi, heves ve çaba ister. Giderilmesi imkânsız bir kayba uğramadan toplanabilip iyi bir biçimde saklanan eşyanın sınıflandırma, düzenleme ve sergilenmesi ise yıllara bölünmesi mümkün ve daha uygun olan bir iştir.
Müze konusunda: "Şimdi çok daha önemli işlerle uğraşıyoruz; hele uygun bir zamanı, eşref saati gelsin, gereğine bakıyoruz" biçiminde düşünmek çok zararlı olabilir. Her geçen yıl ve hattâ her geçen gün ve saat bir daha maddi veya manevi hiçbir fedakârlıkla ele geçirilemeyecek bir eserin kaybedilmesine sebep olabilir.
Lokomotifler, vagonlar sökülüp parçalanır; binalar yıkılır; hele ufak tefek eşya, yazı ve resimler, tarihi vesikalar süratle el değiştirir ve ortadan kayboluverirler! Günlük rolünü yitirmiş olan hatıralar, ancak onların memleket ölçüsündeki değerini ve uzun zaman saklama yolunu bilen kadirşinas (değerbilir) ellerde bu acıklı sondan kurtarılabilirler. Yalnız müzeye girecek eşyanın değil, bunların toplanıp değerlendirilmesinde yararlı olabilecek vukuf (donanım) ve yetkinlikteki kimselerin de yıldan yıla hizmet sahnesinden çekilmekte oldukları hesaba katılmalıdır!
Demiryolu müzesinin kurulması konusunda, işin tamamlanması şu ya da bu nedenle ertelenebilir. Fakat tarihsel bir sorumluluğu gerektiren bu işe başlamanın, daha doğrusu, başlanmış olan işi, yeniden ele alıp ihyâ etmenin (diriltmenin), düşüncemize kalırsa ne savsaklamaya ne de ertelemeye tahammülü yoktur.
(Demiryollar Mecmuası, Kasım 1951, S. 2).
Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk Konutu ve Demiryolları Müzesi'nde...
Binip trene gezende/Biz seni hatırlarız !
Cahit Külebi (Atatürk Kurtuluş Savaşında)
Cumhurbaşkanı Fahri S. KORUTÜRK, 10 Kasım 1974'te Müzeyi gezmiş. Korutürk'ün bu ziyaretinde yaptığı konuşma, müze girişindeki panoda asılı:
"Bugün 10 Kasım 1974 günü. Ulu Önder Atatürk'ü Anma Haftasını açtık. Ve bütün millet Onu saygı ve minnetle andık.
Bu münasebetle 1920-1922 yılları arasında Kurtuluş Savaşı' nın ilk safhasında Büyük Önderin içinde yaşadığı bu binayı, çevresini ve Devlet Demiryolları'nın gelişimini gösteren hatıraları, Devletin siyasi ve askerî erkânı ile dolaştım.
Bana anlatılan ve her biri ayrı ayrı düşündürücü mahiyet taşıyan anılardan, geleceğe intikâl edecek ikisi üzerinde özellikle durmak isterim.
Bunlardan biri, ecdadımızın Avrupa ortalarından, Viyana kapılarından, Kurtuluş Savaşına kadar asırlarca sürüp gelen geri çekilmesinin kat'i olarak durdurulduğu, Sakarya Meydan Muharebesi planlarının bu binada hazırlanmış olmasıdır. Sakarya Meydan Muharebesinde Atatürk'ü cepheye bağlayan ve Türk'ün kaderinin elden ele geçtiği günlerin ve dakikaların en heyecanlı emirlerini, raporlarını yerlerine ulaştıran ilkel telgraf ve telefon bu binadadır.

İkincisi, Atatürk'ün Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü belgeleyen "Sevr Muahedesi'ni tanımadığını Batı'ya ilk defa kabul ettirmiş olduğu ve Batı ittifakını çökerterek Fransa'yla yaptığı antlaşmanın müzakereleri bu binada geçmiştir.
Bu bakımdan, Cumhuriyetimizin kurucusu, Ulu Önderin vatan sathının her köşesinde ve her Türk vatandaşının kalbinde ebediyyen yaşayacak olan askeri ve siyasi anılardan biri de Ankara tren istasyonunda, yeni tertiplenmiş olan bu müzede bir tarihi külliye olarak, geleceğe miras kalacaktır.
Ulaştırma Bakanı Sayın Ferda Güley ve mesai arkadaşlarının; Ankara Valisi Şerif Tüten ve çalışma arkadaşlarının bu yolda geçen mesai ve hizmetlerini takdirle kaydediyor, ilgililerden bu "bina'nm müzecilik açısından ve çevresindeki bahçenin halkın istifadesi yönünden geliştirilip yaşatılmasını tavsiyeye şayan buluyorum..."
Müze yöneticisi Servet Sarıaslan ile Görüşme:
Anadolu-Bağdat Demiryollarının "Direksiyon Binası"nda; Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk Konutu ve Demiryollar Müzesi'ndeyiz. Müze yöneticisi Servet Sarıaslan'la birlikte.
- Sayın Sarıaslan, bize bu kutlu yeri, bu "müze"yi tanıtır mısınız?
- İçinde bulunduğumuz yapı Almanlar tarafından trenin İstanbul'dan Bağdat'a götürülmesi amacıyla inşa edilmiş ünlü Ankara İstasyonunun eklentisi. Ankara'ya ilk trenin geldiği gün (31 Aralık 1892) o treni karşılayan bu yapı, daha önce karakol ve büro olarak kullanılmış. Atatürk'ün, Kurtuluş Savaşı'nda (1919 - 1922) burayı karargâh binası olarak seçmesinin nedeni belli! Ucunda "payitaht" var; Kurtuluş Savaşı'nın verileceği cephelere yakın! Daha güvenli. Elbette Ankaralıların Atatürk'e yakınlığı en önemlisi... Ta Erzurum, Sivas günlerinden başlayan bir yakınlık hem de...
Demiryolu yazıncılığında burası "direksiyon binası" olarak geçiyor. Bundan şöyle bir yorum çıkarılabilir: 27 Aralık 1919'dan sonra, Demiryolu'nun yönetimine özgü bu "yapı"da artık ülkenin yönetimi, "direksiyonu söz konusudur; ve o da Heyet- i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal'in elindedir. Mustafa Kemal'in 27 Aralık 1919'da geldiği Ankara'da ilk yerleştiği yer olan Ziraat Okulu'nun ardından bu yapıya, "direksiyon binası'na gelmesi olağanüstü bir "metafor'a dönüşüyor bir açıdan...
- Böyle bir yapının, müzenin müdürü, yöneticisi olmak size neler düşündürüyor?
- Ben çok mutluyum bu müzede görev yapmaktan, bu tarihsel konağı-konalgayı yönetmekten... Daha doğrusu bu "emanet"e hizmetten... Burayı koruyan, kollayan insanlarla her gün yeni bir şey öğrenerek yarınlara uzanmak beni çok mutlu ediyor. Elbetteki her işin başı Atatürk'e layık olmak...
- Kaç yıldır buradasınız? Çalışmalarınızı nasıl yürüttünüz?
- 1990'dan beri bu müzeyle ilgileniyorum. Ben Müze'de sergilenen pek çok tarihsel eşya ve belgeyi burada "saklı" buldum.
- Nasıl?
- Yeri gelmişken söyleyeyim. Bir "insan'a selam vermeliyim burada. Değerli arkadaşım Seyit Seçkin müzemizi gözü gibi korumuş. Ona bir kez daha ülkem adına, tarih adına teşekkür etmek isterim. O eski bir demiryolcu. Bir iş kazası nedeniyle kolunu kaybetmiş ve gördüğünüz herşeyi -hiçbir kaydı, dökümü (envanteri) olmaksızın- iğneden ipliğe korumuş, kollamış. Vitrinlerin kilit sistemine güvenemediği için malzemeleri çekmecesinde koruyordu ben geldiğimde. Gözünün kesmediği, aklının yatmadığı insanları da içeri almıyordu!..
- Seyit Seçkin'den önce burada kim varmış?
- Seyit Seçkin'den önce Atatürk'ün emir çavuşu Ali Metin buradaki tarihî gereci, anı eşyayı korumuş. On bir yıldan beri Seyit Seçkin'le çalışıyorum.
- Buradaki gerecin iyi korunduğu, bakımının iyi yapıldığı ilk bakışta görülüyor. Bunu nasıl sağlıyorsunuz?
- Kendimiz ve bir-iki çalışanımızla. Diyeceksiniz ki müzedeki gereç eski olur; eski olur ama eskinin de her dem "yeni" tutulması gibi bir sorumluluğu var müzecilerin, vardır. Şimdilik Faruk Bekçi bakıyor, sahip oluyor. Dilerim ki bu destek ve ilgisini başladığı gibi götürür... Sonra nöbeti devralacaklar elbet, sürdürsünler umarım bu güzel işi...
- Karşılaştığınız güçlükler?...
- "Mevzuat"la ilgili sorunlarımız var. Örneğin kapı kolu kırılsa yazışma olmadan yaptırabilmeniz olanaksız. Acil durumlarda cebinizden harcamak zorundasınız. Faruk Bey, bizi son bir yıldır bu yükten kurtardı. Onarım çantası yanında geziyor.
- Bu yapı ne zaman müze olarak açılmış?
- Bu yapının müze olarak açılmasına 1964 yılında karar verilmiş. Enver Paşa'nın çavuşu olan Ali Metin'i, Atatürk Doğu'da bir görev sırasında görür, emrine alır. "Emir çavuşu" yapar. Ali Metin de demiryolu kadrosuna geçirilir. Buradan emekli bir adamcağızdır. Uzun yıllar bu müzeyi gözü gibi korumuş. Öyle ki Atatürk'ün anılarını kimseyle paylaşmak bile istemezmiş.
- Sizin buraya geliş öykünüz?...
- Dedem Hicaz Demiryolu makinistiydi. Babam demiryollarına kırk yıl hizmet etmiş bir insan. Ben Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü mezunuyum. Gazi Eğitim Enstitüsü öğretmenliğinden işsiz kaldığım (!) bir dönemde demiryollarına geçtim.
- Kaç müzeniz var? Bu müzelerin yönetimi nasıl sağlanıyor?
- Bizim bu müze dışında iki müzemiz daha var. Yani toplam üç müzeye sahibiz. Burası Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı boyunca bütün anılarının saklı olduğu Kurtuluş Savaşında Atatürk Konutu ve Demiryolları Müzesi. Diğeri Ankara Garının sağ yanındaki, 1924 tarihli Demiryolu Müzesi: Alt katı Sanat Galerisi. Üçüncüsü, Celâl Bayar Bulvarı üzerindeki Açık Hava Buharlı Lokomotif Müzesi. Bu müzelerin kurulup, kurumlaşmasından, tanınmasına değin çok yoğun emeğimiz var.
- Üst katta neler var? Merdivenleri çıkalım mı? Duvarlar, odalar, resimler, dilsiz dilleriyle eşya bizi kuşatmış durumda... Farklı, özel bir iklimi yaşıyoruz.
- Şu anda Atatürk'ün kullandığı binanın üst katındayız. Girişteki oda konuk kabul salonu. Daha çok yaverinin konukları karşıladığı, onlarla ilgilendiği bir salon. Gördüğünüz mobilyalar o günlerden kalma. Kurtuluş Savaşı koşullarında dönemin Ankara Valisi Yahya Galip (Kargı) çeşitli kamu kurumlarından bu mobilyaları toplamış. Hiçbiri ötekinin benzeri değildir.
- Mobilyaların yüzleri eskimiş, yıpranmış. Bu mobilyaların yüzlerinin değiştirilmesini önerenler oluyor mu?
- Elbette bunları değiştirmemizi isteyenler oluyor. Dahası, Atatürk Konutuna eskimiş mobilya yakışır mı diyenler oluyor. Atatürk bu koşullarda kurmuş ülkeyi. Bu ülke ne koşullarda kurulmuş, insanlar gelip görsünler.
Bu bina gereğince tanınmıyor, tanıtılamıyor!.. Ama Kurtuluş Savaşı öncesi ve "savaş" sırasında bu yapıda alınan kararları bir bilseler... Örneğin Fransızlarla Ankara Anlaşması burada, bu yapıda imzalanmış. Ardından 23 Nisan'ın Çocuk Bayramı olması bu binada kararlaştırılmış. Genç cumhuriyeti zaafa uğratmak için dış destekle körüklenen iç isyanlar bu binadan planlanarak bastırılmış. Ankara'ya geldiği gün konuk olduğu Ziraat Mektebi'nden hemen sonra bu yapıyı konak tutar biliyorsunuz Mustafa Kemal... İnönü Savaşı'na "malzeme sevkiyatı" yapılırken Atatürk'ün pencereden baktığını, taşıma işini yönlendirdiğini biliyoruz.
1937'de yeni Ankara Garının açılışından sonra, 1940'da insanlar ıslanmasın diye markiz (tente, yağmur kar önleyici) yapılmış. Büyük kurtarıcı çalışma odasından baktığında Ankara'yı, Çankaya'yı görürmüş. Şimdi sadece markizin demirleri görülüyor. Odasında mobilyalar dışında çok az kişinin bildiği ünlü bir mozaik tablo var. Renkli taşlarla yapılmış. Hollandalı ressam Mettlach'a ait. Ondan esinlenerek pek çok yerli ve yabancı ressam "Atatürk Kurtuluş Savaşında" konusunu işlemiş.
Duvarlardaki fotoğrafların pek çoğu Anıtkabir koleksiyonundan alınmıştır. Genelde Atatürk'ü Ankara'da, bulunduğumuz bina ve istasyonun önünde, sefer sırasında, cephelerden ve devrimleri halka anlatma gezilerinden Ankara'ya dönüşü sırasında yansıtan fotoğraflar...
- Şimdi yöneldiğimiz oda Atatürk'ün çalışma odası mı?
- Evet, şimdi Atatürk'ün çalışma odasındayız. Bütün mobilyalar, az öncekiler gibi son derece yalın gösterişsiz... Atatürk biraz sonra gelecekmişcesine onu bekleyen döner iskemlesi, elini atıp notlarını alacağı kalemi, kalemliği... Duvarlarda yine kurtarıcımızın çok az bilinen fotoğrafları... Binanın içerisinde müze oluşundan bu yana hiçbir değişiklik yapılmadı. Daha önceki aydınlatma aracı gaz lambasıydı. Sadece o, bir elektrik düzeneğine kavuşturuldu. Aynen gaz lambası biçimini koruyoruz.
Radyosu... Şimdi çok az eşyası elimizde bulunan "beyaz tren"den kalma tek parça, bu radyo!.. Altındaki komodin de büyük olasılıkla Osmanlı'dan kalma. İçinde çok önemli şeyler tutmuş olabilir. Falih Rıfkı'nın Çankaya' sında sözünü ettiği tamtakır "kasa" da burada. Dıştan baktığınızda ahşap bir dolap; ama açtığınız zaman para kasası olduğu görülüyor. Üzerinde "Milners Patent Resistant" yazıyor. Yangına ve hırsızlığa karşı korumalı kasa. Bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Her girdiğimiz o- dada Atatürk'ün demiryollarına ilişkin çok özlü sözleri asılı. Özellikle astık. İşte o sözlerden biri: "Demiryolu, memleketin toptan, tüfekten daha mühim bir emniyet silahıdır (1931)." Günümüzde hiç de öyle değil!... Varsa yoksa karayolu...
- Çalışma odasından bir başka odaya kapı açılıyor...
- Burası Fikriye Hanım 'ın odası. Binanın özgün kullanımında bu kapı kapalı tutulmuş. Ziyaret kolaylığı olsun diye kapıyı biz açtırdık. Uzaktan üvey amcasının kızı olan Fikriye Hanım'ın Atatürk'e yardımcı olduğunu; kimi kaynaktan gönüllerinin birbirine düştüğünü biliyoruz... Ne ilginçtir ki en eski sandalyeler de bu odada... Nereden baksanız hüzünle sarmalanmış anılar, hüzünle kuşatılı eşya...
- Bu kısa ve dar koridor bizi nereye götürecek?
- Fikriye Hanım'ın odasından çıktıktan sonra bu kısa ve dar koridoru geçiyoruz. Atatürk'ün yatak odasına ulaşıyoruz. Büyük kurtarıcının pirinç başlıklı demir karyolası. Üzerindeki örtü, yüzyılın başını yaşamış Ayvalıklı bir aileden. Ali Çetinkaya'nın da memleketi olan Ayvalık'tan Atatürk'e armağan, el dokuması ipek bir yatak örtüsü. Ayak ucunda Osmanlı döneminden kalma, camlı, üzerinde Abdülhamit'in tuğrası bulunan görkemli bir dolap var. Raflarında Atatürk'ün kullandığı peşkir, bornoz, terlikler ve kahve takımlarını sergiliyoruz. Biz bu eşyanın çoğuna müzeyi ziyarete gelen insanların dokunmasına izin veririz. Bir an da olsa, insanların O'nu yaşamak, O'nun kullandığı eşyaya yakın olmak isteyeceklerini düşünürüz.
Atatürk büyük; Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş asker, uzakgörülü, uzgörülü eşsiz bir devlet adamı, devrimci... Bütün bunların yanı sıra, "insan" Atatürk... İnsan Atatürk'ün kullandığı eşya merak edilmez mi? Batılı bir insan ama Anadolu kültürüyle öyle bir özdeşleşmiş ki şu peşkirle, şu havluyla kurulanmış... bornozu işte burada... Karşıda ünlü taş aynası. Onun önünde traş olmuş, saçını taramış. Duvarlarda asılı fotoğraflarda ise O'nu genellikle kızkardeşi ve Prof. Afet İnanla trenin önünde görüyoruz. Ne Atatürk'ü trensiz, ne treni Atatürk'süz düşünmek olası...
Yatak odasının karşısında özgün olmayan -Atatürk'ün çizimi deniliyor ama; kesin değil- demiryolu atelyesince canlandırılmış teneke bir küvet. İlkel bir banyo düzeneği. 1919-22'li yılların Ankara'sı ve Mustafa Kemal'in konutu, banyosu...
-Müzenin üst katını gezdik. Şimdi...
- İki kattan oluşan müzemizin önce Atatürk'le ilgili bölümünü gezdik. Şimdi alt kattayız. Bina 1890-92 arasında yapılır; biliyorsunuz, 31 Aralık 1892'de Ankara'ya ilk tren gelir... Binamızın birbirine açılan odalardan oluşması, burada istasyon benzeri hizmetlerin verildiği izlenimini güçlendiriyor. Binanın altında sığmak işlevli bir bodrumumuz var.
Müze girişinde, ortada bir "turnike" görüyoruz. Bu "turnike'yi size anlatmadan önce, şöyle bir geçmişe bakalım istiyorum:
Demiryollarının 1921-1926 yıllarında ilk genel müdürlüğünü yapan Behiç Erkin'i analım bir. Atatürk'e ne kadar borçluysak, Behiç Bey'e de bir o kadar borçluyuz. Yaptıkları, bıraktıklarıyla öncü bir kişilik. Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk'ün kurmay subayı. Görünmez karelerde görünmez izleri olan bir kişi Behiç Erkin. 1928 yılında demiryolu "teşkilatı"na bir "tamim" yayımlar (10 nolu tamim). Der ki "Herkes elinde bulunan tarihi eserleri müzelere getirsin; ki gelecek kuşaklar da yararlansın!" İlk yaptığı iş de Osmanlı kökenli, büyük olasılıkla şadırvan olarak kullanılan bu pirinç "turnike'yi Haydarpaşa İstasyonunda bir odada oluşturduğu "müze'ye koymak olur. Böylece Behiç Erkin bir "ilk"i de gerçekleştirir bu emirle. Demiryollarında ilk kamu müzesi/ilk özel müze TCDD bünyesinde böylelikle filizlenip, boy atar. Diğer kamu/özel müzelere "örnek" oluşturur.
Biz şimdi o şadırvanın karşısındayız. Çok önceki dönemlerden, arkası camlı, siyah-beyaz fotoğraflardan oluşan "müze içinde müze"! Bütün güzergâhın -tren yolu, gar, fabrika ve atölyelerin- çok şirin görüntüleri var. Şu an, tam da bizim karşımıza gelen karede gördüğünüz yapı, eski Ankara Garı. Atatürk'ün burada fotoğrafları var. Üzerinde "Çok Yaşa Gazi Paşa" yazan ve yanıp sönen küçük lambalardan oluşan bir buharlının bulunduğu fotoğraflar en azından bir dönem burada o yapının soluk alıp verdiğini türkülüyor. Yeni Ankara Garı yapılırken bu ilk bina; eski Ankara İstasyonu yıkılmış. Mimar Şekip Akalın'ın 1937 de yaptığı Ankara Garı'nın açılışını Ulus gazetesi şu başlıkla verir: "Güzel başşehrin güzel başkapısı".
"Turnike"den sonra ilk odada genelde demiryollarının Osmanlı'dan Cumhuriyet'e kadar uzanan çok önemli belge ve bilgilerini görüyoruz. Bunlar değişik işlevli bölmelerin içine yerleştirilmiş durumda. Cumhuriyet'in çok önemli bir geleneği var; Her hat açıldığında o açılışa katılanlara günün anlamını belirten bir şilt veriliyor. Örneğin Erzurum-Sivas demiryolu: Doğu'ya açılan, Atatürk ve İnönü'nün en büyük özlemi olan bu hattın açılışında verilen şu şilt. Atatürk ve İnönü'nün yan yana portreleri, üzerinde "TCDD Erzurum Hattı'nın Açılış Hatırası" yazılı... Erzurum istasyonu açılırken içine makas konan gümüş tepsi... Diğerleri...
Hangi istasyon, hangi hat açılmışsa, üzerine yazılmış. * Örneğin "Kayseri, Ankara Hattı." Kayseri, genç Cumhuriyet'in Doğu Anadolu'ya uzanan ilk hattı... Sonra işte bir vagon anahtarı, bir hat anahtarı... Bunlar hep saklanmış. Sözleşmeler yapılmış; o sözleşmelerin imzasında kullanılan dolmakalemler, kurdele kesilen makaslar saklanmış...
- Bu büyük vitrinde neler var ?
- Burada Fransız "VVagons Lits" İşletmesi'nden kalma, Orient Expres ve diğer Avrupa hatlarında kullanılmış gümüş yemek takımları var. Üçüncü kuşak demiryolcu olduğum için çok iyi hatırlıyorum, yemekli vagonlarda, beyaz kolalı örtülerle kap-lanmış masalara bu gümüş takımlarla servis yapılırdı. Bu gereç kullanımdan kalktı. Halklaşan ve halksallaşan bir yöne ağınca çizgi elbet bu doğal.
- İkinci odaya yöneldik, burada neler göreceğiz?
- Bu odada daha çok Osmanlı döneminde Anadolu- Bağdat Demiryolu İşletmesi'nden kalma yazışmalara ilişkin mü-hürler, damgalar, hatlarda çalışan işçilerin yaka kokartları var... Çünkü o hatta hangi işçinin çalıştığını bilmek durumundalar. İlk başta, Cumhuriyet, demiryolunu devraldığında çalışan işçilerin tamamı yabancı... Yönetenler de öyle... Sonra onlar bizim insanımızla değiştirilmeye başlanıyor. Yöneticilerin Türk vatandaşı olması vb. konularda pek çok "tamim" bulunuyor. Türkler demir-yoluna "yabancı"; demiryolunda çalışmayı "bilmiyor", o zaman "kefere" diye nitelenen Ermeni ve Rum ustalar binaların yapımında çalıştırılıyor.
Cumhuriyet kadrolarıyla birlikte durum değişiyor. Cumhuriyet döneminde Türk çocukları Avrupa'ya bursla gönderilmiş. Genel müdürlerimizin pek çoğu Alman Teknik Üniversitesi mezunu...
Orada eğitilenler gelip atelye müdürlüğü yapmış. Sonra genel müdürlüğe yükselmişler. İşçiler de aynı şekilde, önce denenip sonra işe alınmışlar. Cumhuriyet demiryolculuğunun temeli böyle atılmış.
- Buharlı lokomotif maketi ne kadar etkileyici...
- Evet, müzeyi dolaşmaya başladığımızdan beri adım sürekli andığımız Behiç Erkin'in müzemize armağan ettiği buharlı lokomotif maketinin önündeyiz. Behiç Erkin'e bu maketi Almanlar armağan etmiş (1924); "bire elli" boyutunda, özgün bir buharlı maketi... Kurucu Genel Müdür'den Müze'ye güzel ve anlamlı armağan.
- Ya portreler...
- Evet, bu salonun duvarlarında demiryollarına hizmeti geçen, Atatürk'ün sağ kolu olmuş insanların fotoğraflarını sergiliyoruz. Bunlar sırasıyla Zekai Apaydın (Bayındırlık Bakanı), Ali Çetinkaya (İlk Ulaştırma Bakanı), Behiç Erkin (TCDD İlk Genel Müdürü), İskender Tevfik Sayıner (Şimendifer Mektebinin kurucusu), Cevdet Kerim İncedayı (İkinci Ulaştırma Bakanı)... Bu insanlar demiryollarının kurulma ve kurumlaştırılması savaşında kilit insanlar, anıt insanlar...
- Panolarda çeşitli yazılar yer alıyor...
- Bunlar da müzeyi gezenlere yönelik bilgiler. Yüz elli yıl öncesinden günümüze demiryollarının öyküsünü anlatıyorlar...
- Bu salonumuz ötekilerden farklı...
- Burada sergilenen eşyanın tamamı Osmanlı dönemine ait. Sultan Abdülaziz'in özel vagonunun bir maketi. Eskişehir'de demiryolu işçileri tarafından yapılmış. Bu maket nakış ve iç tasarımıyla çok ilgi çekiyor. Eskişehir Cer Atelyesi'nde 1937'de yapılmış. Babam, bu maketi yapan Mithat Bey'i izlemeye gidermiş öğle yemeklerinde. Eskişehir Cer Atelyesi'nde çalışırken. Demiryolları çok büyük değerler yetiştirmiş bir kurum. Burada gördüğünüz dikdörtgen, sedef kakmalı masa ile yanındaki iki rokoko koltuk Sultan Abdülaziz'in "özel" ve özgün vagonunda kullandığı çalışma masası: üzerinde "Mamule-i Osmanîye" (Osmanlı yapımı) yazılı...
- Bu büyük terazi ne işe yarıyor?
- Bu bir metre yüksekliğinde, iki kefesi olan "vezin" denilen bir terazi... Trenlerde taşman külçe altınların "sağlıkları'nın kontrol edildiği bir terazi. Yani altın hileli mi değil mi diye bununla denetleniyor. Her tarafında mühür var. Altının trenle taşındığı bir dönemden bugünlere...
- Peki bu kafesli vagon maketi nedir?
- Biliyorsunuz İzmir-Aydın Hattını İngilizler yaptı: 1856. Anadolu içlerine döşenen ilk hattır bu. "imtiyaz demiryolculuğu" ile yaptırılmıştır. Babasının hayrına yapacak değil ya; Ege'nin incirini, tütününü kolayca limana -İzmir'e- taşımak için!.. Anadolu'ya bir "geçiş" kapısı aralamak için! Neyse, uzun ve acıklı bir öyküdür bu, oraya girmeyelim. Bilen biliyor zaten...
Sorunuza döneyim: Kafesli oluşu dikkatinizi çekti değil mi? İşte İzmir-Aydın hattında incir taşıyan kadın işçilerin bindiği bir vagon bu. O yüzden kafesli. Müzemizi gezen öğrencilere "Atatürk devrim ve ilkeleri'ne sahip çıkmazsanız bineceğiniz tren budur diyorum. Hem incir havalansın, bozulmasın hem de kadını kimse görmesin!.. İncir havalı, kadın kapalı kalsın…
- Son salonda bizi çok ilginç bir resimler dizisi karşılıyor. Bize bu resimlerin öyküsünü anlatır mısınız?
- Bu salonda yaklaşık on yıldır üzerinde titizlikle durduğumuz, öyküsünü sürekli araştırdığımız sekiz tane özgün iki kırka kırk beş santimetre boyutunda yağlıboya tablomuz var.77 1980 yılma kadar girişte, tavana yakın yerlerde sergilenmiş. "Saklanmış" demek daha doğru olur belki! Sonra Kültür Ba- kanlığı müzeyi restore ettiğinde bu resimlerin "atılabileceği" (!) söylenmiş birilerince. Çok büyük şans ki Seyit Seçkin, bunları çöpe değil, depoya "atmış"!.. Ankara Garının giriş salonu için her iki yan gişe üstlerini bezemek üzere 1937'de bir "resim yarışması" açılmış. Yarışmanın konusu: "Dünkü ve bugünkü Türkiye'yi anlatmak üzere inkılâb kompozisyonları." Yarışmaya yerli ve yabancı yirmi beş sanatçı katılmış.
Bunlardan sekiz tanesi şu anda burada, bizim korumamız altında. Birinci ödülün sahibi, Nurettin Ergiiven; ikinci, Ulus'taki Ulusal Egemenlik Anıtının yapımcısı Avusturyalı ünlü heykeltraş Krippel. Sonradan eserine "kayıp" denmiş, özgün ürünün nerede olduğunu bilmiyoruz. Mansiyonları alan sanatçılar ise İstanbul'da açılan ilk resim heykel müzesi Müdürü Halil Dikmen ve Refik Epikman... Bir de sanatçısını bulamadığımız, bilemediğimiz bir resim... İkili panolarda üstte Kurtuluş Savaşı, altta Atatürk'ün devrimleri anlatılıyor. Her karede sanayileşmenin, kalkınmanın, uygarlaşmanın, çağdaşlaşmanın Öyküsü. Ve tren ... Cumhuriyet resminin en güzel örnekleri... Bu bölümün ve bu bölümde yer alan resimlerin ayrıntılı öyküsünü bir kitapçıkta yayımladım. (Ankara Garı Resitn Yarışması 1937 (1999); ayrıca, Kaya Özsezgin, Eski Bir Yarışmanın Gün Işığına Çıkan Belgeleri, Milliyet Sanat Dergisi, S. 468, 15 Kasım 1999; A. Kadir Paksoy, Ankara Garı Resimleri, Cumhuriyet, 3 Kasım 1999).
- Burada sergilenen kazma ve kürek dikkati çekiyor...
- Bu kazma ve küreğe Atatürk'ün elleri değmiş. Atatürk Samsun-Çarşamba demiryolunun temel atma töreninde bu kazma ve küreği kullanmış. Gördüğünüz fotoğraf bu anı saptıyor.
- Ya telgraf... telgraflar...
- Evet, burada Manastırlı Hamdi'yi de anmadan geçemeyeceğim. Kurtuluş Savaşı'nın yiğit telgrafçısının kullandığı telgraf makineleri. Bu yapıda da "karargâh telgrafçılığı" vardır biliyorsunuz Manastırlı Hamdi'nin. Biz Atatürk, Manastırlı Hamdi, Ali Çetinkaya ve Behiç Erkinlerden aldığımız güçle bu kalıtı, cumhuriyet kalıtını korumaya çalışıyoruz…
- Peki efendim, gözünüz gibi titrediğiniz bu müzeden siz emekli olunca ne olacak? Sizden sonra?...
- Kurum kültürü, kurumlaşma bilinci gelişmemiş toplumların trajik sorusunu getirip dayadınız burnuma! Ne deyim?.. Yaklaşık on yılı aşkın bir süredir yanıma birinin verilmesini ve onu yetiştirmeyi çok istedim. Benim için de büyük soru işareti bu... İçimdeki umudu diri tutmak istiyorum. Cumhuriyet demiryolcuları kendi geçmişlerine sahip çıkacaklardır. Ulamak istiyorum...
- Atatürk Konutu'nun dışına çıktık... Atatürk'ün yurt gezilerinde kullandığı vagonun önündeyiz...
- Şimdi de Atatürk Konutu'nun hemen yanı başında sergilenen, Ata'nın yurt gezilerinde kullandığı vagonu gezeceğiz. Almanya'da üretilen bu vagon, 1935'te Atatürk'e armağan edilmiş. Son derece alçakgönüllü döşenmiş bir vagon. Gezen insanlar eleştiriyorlar "lüks" diye! Öteki vagonlardan tek farkı, her odanın kaplamasının ayrı ağaçtan olması.
Vagonun arka kapısından içeriye giriyoruz. Güvenlik açısından tek girişimiz var. Upuzun dar bir koridora açılan odalar. Şurada küçük bir mutfak. Çünkü katara bağlı, ayrıca bir yemekli vagon da var. Girişte "vestibül" denilen bir düzenek bulunuyor. Hangi odanın gereksinimi varsa bu düzeneğin üzerinde ışık yanıyor, ona göre hizmet götürülüyor. Şurada yaver ya da korumanın kullandığı tuvalet var. Her şey özgün. İlk odada karşılıklı iki koltuk yer alıyor, bunlar açıldığı zaman "kuşetli yatak" olabiliyor. Korumalar şurada otururmuş. Şurası bayan kompartımanı, tümüyle gül ağacı. Bu odada küçük mekânların nasıl güzel değerlendirilebileceğini görüyorsunuz:
Açılınca yatak olabilen bir koltuk. Masası dikdörtgen ve ayaklı, kapağı kaldırdığınızda içinde ayna ve süs eşyasının konulabileceği genişçe bir çekmece. Üzerindeki Örtüler keten ve özgün işlemeli. Küçük bir gardrop, askılar... Buradan ara kapıyla ortak kullanılan bir banyoya geçiyoruz. Banyoda büyük bir gömme küvet var. Küvet musluklarının hepsi porselen. Üzerlerinde vagonun üretildiği dilde, Almanca açma-kapama yönergeleri yazılı.
Benim en çok ilgimi çeken özellik, lavabonun üzerindeki baş yıkama duşu. Bu yüzyılda bile bu sıkıntıyı çekiyoruz. Tuvaletin düzeneği çok ilginç, kapağa hiç elinizi değdirmiyorsunuz, üstteki metal kolla kapağın açılıp kapanması sağlanmış. Ortak banyonun ucundaki kapıdan geçerek Atatürk'ün yatak odasına ulaşıyoruz.
İki kişilik bir yatak, kapatılınca koltuk olabiliyor. Baş ucunda okuma lâmbası, etajeri, sehpası, sandalye ve koltuklarından oluşan bir yatak düzeneği. Bu odanın kaplaması da ayrı bir ağaçtan.
Sonraki bölme büyük bir salon. Ortada son derece ağır ve trenin hareketinden asla etkilenmeyen bir demir-döküm masa. Masanın dört tarafında koltuklar. Atatürk'ün seyahat sırasında bütün çalışmalarını bu masada hazırladığını biliyoruz. Karşıda bir müzik seti. Üzerindeki fotoğrafta bir yanında Afet inan bir yanında ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile. Vagondaki halleriyle bize bakıyorlar. Bu büyük ve heybetli koltuk da Atatürk'e ait, kenarında koltuğun sapından çıkan bir kül tablası var.
Sonraki cumhurbaşkanları da Atatürk'ün vagonunu kul-lanmışlar. 1964'te müzemiz kurulunca, bu vagon buraya getirilip halkın ziyaretine açılmış. Müzik setinin en üstünde bir pikap var. Atatürk'ün dinlediği taş plaklardan 77 tanesini de burada: Klâsik Batı müziğinden Türk sanat müziğine (Sahibinin Sesi / Odeon Plâk...) Münir Nurettin'den Hüzzam şarkı, "Ömrüm Seni Sevmekle Nihayet Bulacaktır" vd....
Burayı bölen ses geçirmez bir kapıdan "dinlenme odası"na geçiyoruz. Burası dar bir bölme, çıkış kapısı var ama biz kapalı tutuyoruz. Burada iki tane Panama hasırı koltuk. Onların eşleri şu anda Florya köşkünde. El oyması bir satranç takımı, bir tavla... Satranç masasını da Atatürk'ün manevi kızı Ülkü'nün babası yapmış; aynı zamanda marangoz ve Gazi İstasyonu gar şefiymiş. Abanoz ağacından, el oyması, sedef kakmalı, üzerine sayı boncuklan monte edilmiş bir tavla..
Atatürk Konutundan çıkıyoruz. TCDD Müzesi ve Sanat Galerisi'ne gidiyoruz. Karşımızda yer alan bina, bir zaman Millî Eğitim Bakanlığı olarak da işlev taşımış. Demiryolu Meslek Lisesi'ne yurtluk etmiş. "Lise"nin açılışını unutulmaz Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel yapmış. Şimdi TCDD İkinci Bölge Müdürlüğü yapısı. Mimar Kemalettin in yapıtı. İç Anadolu trenlerinin bağlı olduğu merkez işletme binası.
Şimdi demiryollarının ikinci müzesindeyiz. Burası sergilenen eserler açısından daha çok Cumhuriyet Dönemi ağırlıklı. 1924'te Ankara Oteli olarak inşa edilmiş. Giriş sanat galerisi, üst kat ise müze olarak düzenlenmiştir. Müze, bir sofaya açılan farklı büyüklükte odalardan oluşuyor.
Bir süre DDY yüksek öğrenim öğrenci yurdu olarak kullanılmış. Sonra eğitim dairesi olmuş, ondan sonra da müze.
1990'da açıldı. Burada emeğim çok. Hemen hemen Türkiye'nin bütün demiryolu bölgelerinden malzemeleri tek tek topladık. Sergilemede temel yaklaşımımız hep "dünden bugüne" oldu. Her odada ayrı bir "bölüm" sergileniyor; çünkü demiryolları, hareket, cer, yol ve inşaat gibi bölümlerden oluşur. Benim de topladığım malzemeler bu bağlamda sıralanmıştır.
Burada demiryollarının tarihi gelişimi, buharlı trenlerin iç organları, teknik parçaları "dünden bugüne" uzanan bir çizgide yer alıyor.
- Ya bu resimler?...
- Bütün odaları kucaklayan bu büyük salonda gördüğünüz resimlerin hepsi özgün. Ünlü Türk ressamlarının yapıtları. Ayetullah Sümer'in "İnönü'nün Sivas Konuşması, 30 Ağustos 1930". Ulaştırma Bakanlığı'nda aynı ressamın, aynı konulu bir de freski var. Ötekiler de demiryollarında hizmet vermiş ünlü ressamlar... Sami Lim, Vedat Erbil...
- Bu köşe için ne söyleyeceksiniz ?
- Burası Atatürk Köşesi. Bu iki sandalye Atatürk'ün özel vagonunda kullanılmış. Ortadaki dekoratif sehpa da Osmanlı'dan, abanoz ağacı üzerine gümüş savatlı... Üzerinde bir bronz saat... Bunlar çeşitli tren biletleri... Delgi makasıyla delinen karton biletler. Anadolu'nun çeşitli hatlarının açılışında kullanılan madalyonların verildiği tarih ve belgeler. Bu da Fransızca- Osmanlıca basılmış bir resmî gazete. İçerisinde her türlü duyuru, ilan, malzeme alımı, dökümleri vb. yer alıyor.
- Burası ?..
- Burası haberleşme odamız, başlangıçtan bir önceki Örneğe kadar telefonların gelişimi öyküleniyor; tekli, santralli... Sonra hesap makineleri, daktilolar... Hep "dünden bugüne" gelen örneklerle anlatılıyor. Benim amacım, burada çocukların oynaya-bileceği bir "oyuncak müzesi" kurmaktı. Onu gerçekleştiremedik, ama bu odada her şeye dokunmak serbest!..
- En son odanıza geldik...
- Burası, konuk odası. Müzede yorulanlar bu odada, tarihsel atmosfer içinde dinlenebilirler. Duvardaki haritalarda cumhuriyet öncesi ve sonrası hatların çizimleri yer alıyor. Demiryollarına çok emeği geçmiş iki insanın, İnönü ve Ali Çetinkaya'nın büstleri. İnönü'nün büstü, Sıhhıye'deki Hitit Anı- tı'nın yapımcısı ünlü heykeltraşımız Nusret Suman’ın...
- - Müzeniz hangi günlerde açık?
- Müzemiz Pazar dışında hergün açık. Giriş katı sanat galerisi... On beş günde bir düzenli sergilerimiz oluyor... Resim, heykel, el sanatları... Yerli, yabancı...
- Sayın Servet Sarıaslan, bu güzel ve yararlı söyleşi için çok teşekkür ederim.
(Söyleşi: Münevver Oğan)
"Müze Hakkında 10 Nolu Tamim"
Söyleşi'nin girişinde sözünü ettiğimiz Behiç Erkin'in "10 No'lu Tamim"ini (genelgesini) buraya alıyoruz.
"Memleketimizde milli bir meslek halinde vücut bulan ve günden güne tevessü ve taazzuv eden (genişleyen ve biçimlenen) demiryollarımızın kıymetli hatıralarını muhafaza, demiryol mensubinin (demiryolu ilgililerinin) tarzı mesailerini (çalışma biçimlerini) ve memleketteki bu terakkiyatı (ilerlemeyi) tesbit edecek ve daima yaşatacak olan bir Demiryol Müzesi'nin tesisi uzun zaman düşünülmüş ve ancak bugün bunun teminine ibtidar olunabilmiştir (süratle başlanılabilmiştir).
Müze için, demiryol tesisat ve malzemesi yapımı ile meşgul olan Avrupa'daki fabrikalardan bazı hediyeler geldiği gibi daha bazı hedayanın (hediyelerin) vüruduna intizar (gelmesi beklenmektedir) edilmektedir. Gerek bu hediyeler ve gerek öteden beri tarafımızdan cem edilmiş (toplanmış) olan bazı eşya, Müze mahalli aslisi (kesin müze yeri) bilahara (sonra) bildirilmek üzere, şimdilik Haydarpaşa'daki mağaza binasında tahsis edilen odalar ile mektep binasının (Haydarpaşa'daki hareket kursu'nun) yanındaki emniyet tesisatı pavyonunda cem ve tanzim edilecektir (toplanarak düzenlenecektir). Müzeye ait iş ve tertibat ile şimdilik doğrudan doğruya meşgul olmak üzere, İstatistik Şubesi Müdürü memur edilmiştir.
Bilumum dair ve şuabat (daire ve şubeleri) ile demiryol memurin ve müstahdemin (memur ve görevlilerinin) Müzenin zenginleştirilmesi (için) sarfı mesai etmeleri (çaba harcamaları) ve kıymetli tarihiye ve ilmiyeyi haiz (taşıyan) asar (eserler), Resail (mektuplar, dergiler), eşkal (kopya, suret), resim ve nümuneleri (örnekleri) Müze'ye vaz'edilmek (konulmak) üzere İstatistik Şubesi'ne göndermeleri ve mevadı atiyyenin (armağan edilen maddelerin) alakadarınca tatbiki (ilgilisince uygulanması)... olunur.
1- İnşaat müdüriyetleri, inşaatı itmam edilen (tamamlanan) dair resmi küşad ve suver saire münasebetile (dairelerin resmi açılışları ve yapılan yazışmalar dolayısıyla) çıkarılan resim ve kullanılan edevatı (araç-gereçi) ve hat malzemesine dair elde mevcut veyahut atiyen (sonradan) tedarik edilmesi (sağlanması) melhuz (olası) hatıra kabilinden (anısal değeri olan) olan parçaları göndereceklerdir.
2- Cer ve Atelyeler Dairesi, atelyelerde çıraklarımız tarafından yapılmış bulunan el işlerini camekanlar dahiline vaz ettikten (koyduktan) sonra Müzeye vaz'edilmek (konulmak) üzere İstatistik Şubesi'ne irsal edecektir (ulaştıracaktır).
Arzu KÖK

30 Mayıs 2018 Çarşamba

Ekonomideki tek çözüm ne?.. Tarihçi - Yazar: Mustafa SOLAK

Ekonomideki tek çözüm ne?..

Mustafa SOLAK (29 Mayıs 2018)
Niye Çin ABD’nin hedefinde olduğu halde orada ekonomik kriz yaratamıyorlar? Çünkü Çin Atatürk’ün devletçi ekonomi modelini uyguluyor.

Dolar 4.90 TL'yi aştı. Sonra Merkez Bankası’nın faiz oranını 3 puan artırmasıyla düştü. Cumhurbaşkanını ve AKP’yi emperyalizm güdümlü para dolar spekülatörleri iktidara getirmişti. Erdoğan her ne kadar anlaşma yollarını arasa da PKK, PYD’ye tavır alması, ABD’nin egemenlik alanı Suriye’ye girmesi, Astana Süreci’nde yer alması ve Avrasya’ya yanaşmasından dolayı ABD’nin hedefindedir. Dolar bu sebeplerle yükseliyor. Türkiye Suriye, Ege, Kıbrıs, Avrasya meselelerinde ABD'ye tam teslim olmadıkça, PYD'ye düşman oldukça da yükselecek. Cumhurbaşkanı doların yükselişini üst akılda arıyor. Doğru ama AKP’nin gelişi de böyleydi. Ekonomiyi onların üst akıl, bizim deyimimizle emperyalizmin yönlendirebileceği şekilde kırılgan hale getirirseniz döviz yükselir elbet.

Üretimden vazgeçtiniz, kaynakları inşaata yönelttiniz. Fabrikaları, madenleri satıyorsunuz. Niye Çin ABD’nin hedefinde olduğu halde orada ekonomik kriz yaratamıyorlar?

Çünkü Çin Atatürk’ün devletçi ekonomi modelini uyguluyor. Sadece bir döviz krizi değil ekonomik kriz var. Üretimden vazgeçmenin neden olduğu, emperyalizmin kendine bağlı banka ve spekülatörler aracılığıyla yönlendirdiği bir kriz.

EKONOMİK KRİZİN ESAS SEBEBİ SİYASİ
Kimileri dövizin yabancı yatırımcıya güven verecek demokratik, istikrarlı bir ortam olmadığından bahisle yükseldiğini ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığından indirmesiyle sona ereceğini söylese de krizin esas sebebi belirttiğimiz üzere siyasi, emperyalizmin etkisi var. AKP ülkemizi krize dayanıksız hale getirdi, vebali de büyük. Belirttik ama krizi, emperyalizme milli duruşumuzu göstermek ile aşabiliriz.

Sadece antiemperyalist siyasi duruş da yeterli değil, ekonomimizin emperyalist müdahaleye açık yapısını da düzeltmeliyiz. Atatürk’ün devletçi, kamucu ekonomisini uygulamalıyız. Yabancı mal tüketiyoruz, yerli üretimi teşvik etmeliyiz. Üretim ve ürettiğimiz pazarlamak için İran, Suriye, Irak, Rusya, Türk Cumhuriyetleri, Çin ile ucuz enerji ve pazar olanaklarını değerlendirmeliyiz. “ Avrasya’da, Çin'de demokrasi yok” dediğinizde dünya pazarının 1/4’ünü dışlarsınız.

Genel ve yerel seçimler, Suriye’de PYD üzerinden ABD’ye karşı verilen mücadele, üretim yerine tüketim, döviz, borsa rantının tercih edilmesi, 450 milyar dolar dış borç, dış ticaret açığının 100 milyar dolar olması ekonominin belirsiz kalmasına neden oluyor ve dövizin yerinde durmasını önlüyor. Her sıkıntıyı faiz lobisine bağlayanlar şimdi lobiye teslim oldu. Dövizin artışını ancak faizleri artırarak engelleyebildiler. Çıkış lobide değil Atatürk'ün devletçi ekonomisinde.

ATATÜRK'ÜN EKONOMİYLE HARP AKADEMİSİ SIRALARINDAKİ İLGİSİ
Emperyalist etki ne kadar olursa olsun üretime, cari dengeye dayanmayan borcu borçla çeviren anlayışın geleceği yer buradaydı. Oysa çözüm tarihimizde. Atatürk'ün devletçi ekonomisi uygulayarak krizden kurtulabiliriz.

Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandıktan sonra “nasıl bir ekonomi politikası?” sorusuna yanıt aramak için 4 Şubat 1923’de İzmir’de İktisat Kongresi toplanmıştır.

Atatürk, sürekli borçlanmanın, kapitülasyonların ülkeyi bağımlı hala getirerek Osmanlının parçalanmasına neden olduğunu biliyordu. Kimilerinin “Atatürk ekonomiden anlamazdı” iddiasına karşı Atatürk daha Harp Akademisi sıralarındayken ekonomiyle ilgilenmeye başlamıştı. Gazeteci-yazar Taylan Sorgun “Devlet Kavgası (İttihat Terakki)” kitabında İttihat Terakki içinde yer almış kişilerin anlattıklarından Atatürk’ün ekonomiye ilgisine dair şunları aktarıyor:

“Mütegallibe denilen zümre ile çok az sayıdaki bir zümre ve Saray çevresi hayatın imkânlarından faydalanmaktadırlar. Başımızda kapitülasyonlar denilen bir iktisadi bela vardır. Peki, bununla neler olmuştur? Avrupa zenginleşti, Avrupa milletleri fabrikalarını yaptılar, fakat kapitülasyonların getirdiği iktisadi vaziyet bunları yapmamızı menetti. Avrupa devletlerinin hâkim oldukları topraklardaki öteki milletlerin fertleri de Avrupa milletlerinin fertleri için için istihsal yapmaktadırlar. Bugünkü mevcut topraklarımız içindeki öteki milletler Avrupa’nın kendi emelleriyle tatbik edecekleri siyaset ile kendi vaziyetlerini tayin etmek siyasetini güdeceklerdir.”

Görüldüğü gibi Atatürk kapitülasyonlardan saray çevresindeki belli bir azınlığın yararlandığını, kapitülasyonların fabrika yapmamıza engel olduğunu tespit etmiştir. Harp Akademisi 1. sınıftayken bir gün yine kapitülasyonların zararlarından bahsederken 2. Abdülhamit’in hafiyelerince gözaltına alınarak Yıldız’daki mahkemeye götürülür. Mahkeme heyeti sorar:

“Siz askersiniz. Kapitülasyonları tenkit etmişsiniz. Siyasete karışamazsınız. Neden öyle konuştunuz?”

Atatürk ise “Erkânıharp [subay] olacağız. Bir kumandan memleketinin siyasi ve iktisadi meselelerini bilmezse harpte muvaffak olamaz” diye yanıtlayarak mahkeme heyetini ikna eder.

Mezun olup sürgün gönderildiği Şam’da ekonomiye dair düşüncelerini arkadaşlarına şöyle açar:

“Avrupa devletlerinin devletin idaresini ele aldıkları ortadadır. Mali vaziyetimiz, iktisadi halimiz hepsi onların elindedir. Peki, biz bu vatan topraklarında neyiz?”

Mustafa Kemal’in bu sözleri Tıbbiyeli Mustafa’yı şaşırtmıştır. Çünkü onlar kendi dünyalarındaki tartışmalarda sadece Meşrutiyet’in ilanından söz etmişlerdir. Oysa Mustafa Kemal Atatürk Meşrutiyet’in ilanından sonrasını düşünmektir. Bilmektedir ki ülkelerin bağımsızlığı ve kalkınması, hatta Meşrutiyet’in varlığı bile ekonomiye dayanır. Onun için “Hürriyet’in ilanı ama onun sonrası onun kadar mühimdir” demektedir. Devrimin ordunun silahlanmasını, maliyeyi Avrupa’nın elinden kurtarmayı, fabrika açmayı düşünmesi gerektiğine dair şunları söyleyecekti:

“Memleket kargaşa içinde. Makedonya’daki vaziyet malumdur. Avrupa devletleri bir paylaşma için neredeyse birbirleriyle bile harp edeceklerdir. İktisadi ve siyasi menfaatlerini temin için bizi bölüşmek gayretindedirler. Harici siyasetin kötülüğü meydandadır. Taht kendi telaşındadır. Elimizden çıkıp giden vatan toprakları bu harici siyasetin ne olduğunu meydana koymaktadır. Araplar, Avrupa’da gizli gizli kongreler yaparak aleyhimizde çalışmaktadır. Kapitülasyonların milleti nasıl perişan ettiğini görmeyen kör beyinler vardır. Ordunun vaziyetine bakınız. İhmaller elimizde vuruşacak silah bırakmamıştır. Maliye idaresi yabancıların elinde değil midir? Eşkıyası, mütegallibesi milletin başında beladır… Mütegallibe sırtını Saray’a dayamıştır. Saray kendi vaziyeti için mütegallibeyi mansıplara boğmaktadır. Ya millet, fakir… Avrupa kendi iktisadi vaziyetini fabrikalarla kuvvetlendirmiştir. Bizim kaç fabrikamız vardır. Söyler misiniz? İşte inkılabımız bunları düşünmelidir.”[1]

Atatürk, Harp Akademisi sıralarında dile getirdiği bu görüşleri İzmir’de İktisat Kongresi’nde de açıklayarak “ordumuzun kazandığı zaferler ne kadar büyük olursa olsun, bunlar iktisadi zaferlerle tamamlanmadıkça eksik kalırlar” diyecektir. Türkiye hızla üretime ağırlık verecektir.

DEVLETÇİLİK NEYDİ?
Yerli sanayi teşvik için 1927 yılında Sanayii Teşvik Kanunu çıkarılmış; fakat özel sermayenin yetersizliğinin anlaşılması üzerine 1931 yılında toplanan CHP Kurultayı’nda ekonomide devletçilik modelinin uygulanmasına karar verilmiştir. Atatürk 21 Nisan 1931’deki verdiği demeçte devletçiliği şöyle ele alıyordu:

“Ferdî iş faaliyetini esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi mamurluğa eriştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde, özellikle ekonomik alanda devleti fiilen alâkadar kılmak prensibimizdir.”

Devletçiliğin “liberalizmden başka bir sistem” olduğunu da belirtiyordu. Liberalizm açık pazar olmaya, bağımlılığa itmişti.

KÖYLÜ ÜRETİCİ HALİNE GETİRİYOR
Köylüye gerekli olan destek kredisi Ziraat Bankası aracılığıyla sağlanacaktır. Kaya, Ziraat Bankası Kanunu'yla ilgili olarak Meclis'te yaptığı konuşmada toprağın verimliliğinin artırılması için ziraat enstitülerine ihtiyaç olduğunu belirtmişti. Bunun yanında sendika, kooperatif adı altında birleşik, kombine yapılar oluşturularak bilimin sağladığı kolaylıklardan çiftçinin de yararlanması sağlanmalıydı:

“Bunu yapmazsak, çiftçiyi toprağa esir ederiz. Halbuki biz köylüyü bu memleketin efendisi olarak ilan ettik. Biz köylüyü toprağa değil, toprağı köylüyü esir etmeğe mecburuz ve bunu yapacağız. Zaten topraktan azami randıman alınmadığı takdirde toprak nankör bir anadır; yer.”[2]

1937 yılında anonim şirket olan Ziraat Bankası devletleştirilmiş, Tarım Kredi ve Satış Kooperatiflerinin kurulmasına hız verilmiştir. Zirai Donatım Kurumu kurulmuştur.

Yabancı sermayeye ülkemizin kalkınmasına yararlı olacak ve bağımlılığa sokmayacak şekilde izin verilmiştir.

SANAYİLEŞMEYE GİDİLDİ
Sanayileşmeye, üretme hız verildi. 19 Nisan 1925 tarihli 633 sayılı kanunla kurulan Sanayi ve Maadin Bankası, sanayide devletçiliğinin kurumsallaşmasında başlangıç adımlarındandı. 1929’da yürürlüğe giren korumacı tarife ve ithalat kısıtlamaları ile yerli üretici yabancıya karşı korunuyordu.

1923 yılında 3.700 ton olan pamuklu dokuma, 1927’de 9.055 tona; 597 bin ton olan maden kömürü ise 1 milyon 593 bin tona çıkarıldı. 1923’te üretilmeyen şeker, 1927’de 5.184 ton; 1932’de 27.549 ton üretildi. 1927-1932 arasında, çimento 24 bin tondan 129 bin tona, kösele 1.974 tondan 4.105 tona, yünlü mensucat 400 tondan 1.695 tona çıkarıldı. Elde edilen yerli üretimle, 1923’te ithal edilen kösele ve un, 1932’de hiç ithal edilmedi. Şeker ithalatı yüzde 37, deri ithalatı yüzde 90, çimento ithalatı yüzde 96.5, sabun ithalatı yüzde 96.5 oranında azaldı.

Türkiye 1923 yılında 36 milyon dolar dış ticaret açığı verirken, bu açık 1931 yılında 300 bin dolara düşürüldü. 1930-1937arasındaki dönemde sürekli olarak dış ticaret fazlası sağlanmıştır. 1936 yılında Türkiye 20.1 milyon dolar dış ticaret fazlası veriyordu. 1937 yılında Devlet Hazinesi’nde 26.107 ton altın, 1938 yılında 28.3 milyon dolar döviz stoku vardı.

Enflasyon 1922-1925 yılları arasında yıllık 3.2; 1925-1927 arasında yüzde 1’di. Osmanlı’dan devralınan Düyun-u Umumiye borçları ödendi.”

Birinci ve ikinci 5 yıllık kalkınma planları hazırlanmıştır. Kömür ve maden ocakları işletilmiştir. Ağır endüstriye önem verilmiştir. Zonguldak ve Karabük havzasında fabrikalar kurulmuştur. Karabük Demir- Çelik Fabrikaları önemlidir. Şeker fabrikaları, bez kombinaları kurulmuştur.

1924-1929 yıllarının ortalama GSMH artışı (% 10.9) olmuştur.

BÜTÇE DENKLİĞİ
Maliye politikası denk bütçe esasına dayanır. Yıl içinde ek ödeneklerle denkliğinin bozulmasına karşıdır. Bugünkü yöneticiler gibi bütçe denkliğinin îç ve dış borçlanmadan sağlanan gelirler ile sağlanması kabul edilmez. Zorunlu olmadıkça borçlanmaya gidilmemiştir.

Atatürk 1 Kasım 1937 Meclis açış konuşmasında bütçenin denk olmasını şöyle açıklar:

“Cumhuriyet bütçelerinin belirlenen ve daima kuvvetlenmesi gereken ortak özellikleri, yalnız denkli oluşları değil, aynı zamanda, koruyucu, kurucu ve verici işlere her defasında daha fazla pay ayırmakta olmalarıdır.”

TÜRK LİRASI DEĞERLİ KILINDI
Para politikasının temel esası, devlet harcamaları ile gelirler arasında sürekli bir eşitlik sağlanması, bu yolla enflasyonun önlenmesidir. Harcamalar ile gelirler arasında dengenin paranın değeri üzerinde etkili olduğunu düşünüyor ve Türk Lirasının değerini güçlü tutmaya çalıştığını şu sözleriyle vurguluyordu:

“Samimi bir bütçeye ve hakiki bir ödemeler dengesine dayanan paramızın fiilî istikrar vaziyetini kesin surette muhafaza edeceğiz.”

Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu çıkaran Atatürk gibi, döviz, para arzı ve dolaşımını kontrol altına aldı. Karşılıksız para basılmamış ve 15 yıl boyunca denk bütçe gerçekleştirilmiştir.

Türk Lirası’nın İngiliz Sterlin’i karşısındaki değeri 1921’de 615 kuruş iken, 1930’da 1032 kuruşa kadar düşmüş ama 1938’de yeniden 620 kuruş düzeyine yükseltilmiştir. 1927 yılında 9.5 kuruş olan Fransız Frangı, 1929’da 7.7 kuruşa; 187 kuruş olan Amerikan Doları, 127 kuruşa düştü.

Türk Lirasının değerini korumak için dış alım ve satımın dengede olmasına çalışarak cari açık verilmemeye çalışılıyordu. Dış ticarette takip ettiğimiz ana prensibin , “dengemizin aktif (fazla veren) karakterini muhafaza etmekte” olduğunu söylüyordu. Sebebi ise “ödeme dengesinin en mühim esası” olmasıydı.

Atatürk'ün Türk Bankacılığı'nı millileştirmeye çabalaşmıştır. 1920'de mevduatın % 32’si elinde bulunduran milli bankalarımız,1937'de mevduatın % 81'ni toplamışlardı. [3]

Özetle Devletçi ekonomi; Bütçesi Dengesi, Gelir-Gider Dengesi, Dış ödemeler Dengesi üzerine dayanıyordu.

BUGÜNÜN İHTİYACI: PLANLI VE KARMA EKONOMİ
Kalkınmayı ve bölgeler arasında dengeleri sağlayan Planlı ve Karma Ekonomi, ülkemiz için esaslı çözümdür. Serbest piyasanın kaleleri sayılan Avrupa ekonomisinde bile devletin ekonomideki payı yarı yarıyadır. Borcun borçla çevrilmesinin, dış ticaret açığının, dövizdeki yükselişin önüne geçecek biricik formül üretmektir. Hem kamu hem de özel yatırımcılık teşvik edilmelidir. Kendi ülkemizde üretilebilecek hiçbir ürünü dışarıdan almamalıyız. Türkiye samanı bile dışarıdan ithal edebilir mi!

Zonguldak kömür ocaklarına yatırım yapılarak dışarıdan kömür alımına son verilmelidir. Atatürk’ün millileştirme politikası gibi enerji, ulaştırma, iletişim, haberleşme, bilişim ve gıda güvenliği gibi stratejik sektörlerde özelleştirilen Kamı İktisadi Teşebbüsleri kamulaştırılmalı ve verimli işletilmelidir.

Faize, ranta, dolar ve borsa vurgununa giden kaynakları sanayi, tarım, maden, gibi üretim alanlarına yönlendirilmelidir. Gecelik vurgun amaçlı ülkemize giren dövizlerin giriş çıkışları denetime alınarak döviz fiyatlarında ani dalgalanmalar önlenmelidir. İç ticarette döviz değil Türk Lirası kullanılmalıdır.

DİPNOT
[1] Taylan Sorgun, Devlet Kavgası (İttihat Terakki), 7. Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2018, s.43, 58, 70-71.
[2]Mustafa Solak, Atatürk’ün Bakanı Şükrü Kaya, 1. Basım, İstanbul, 2013, s.218.
[3 Esat Çelebi, Atatürk'ün Ekonomik Reformları ve Türkiye Ekonomisine Etkileri (1923-2002), Doğuş Üniversitesi Dergisi. 2002. (5), s.29-30.
Mustafa Solak

23 Mayıs 2018 Çarşamba

MAKALÂT (ORİJİNAL METİN) HACE BEKTAŞ-I VELİ “Makalat - Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli (ks)” Mutlaka Okunması Gereken Muhteşem Eser; Kaynak (REFERANS) Kitap

MAKALÂT (ORİJİNAL METİN) 
HACE BEKTAŞ-I VELİ; MAKALÂT
“Makalat - Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli (ks)” 
BİRİNCİ BÖLÜM
Hak Subhanebu ve Ta'âla Adem'i dört türlü nesneden yarattı, dört bölüğe ayırdı. Dört bölüğün de dört türlü ibadetleri, dört türlü arzuları ve dört türlü halleri vardır.
Bundan böyle, insanın yaratıldığı bu dört türlü nesnenin ilki toprak, ikincisi su, üçüncüsü ateş ve dördüncüsü yeldir.
Yarattığı dört bölük insana gelince:
Birinci bölük, âbidlerdir; bunlar şeriat kavmidir ve asılları yeldendir. Yel (Hava), hem şifa verici hem de kuvvettir; bu sebeple bunlar da gece gündüz Hakkın ibâdetinden ayrılmazlar. Yel esmeyince ekinler samanından ayrılmaz, bütün âlem kokudan helak olurdu. Öyle ki bu dünyada ne varsa; helâl, haram, temiz ve pis hepsi şeriat ile malûm olur. Çünkü şeriat kapısı ulu kapıdır. Nitekim Çalap Celle Celâlühu her çeşit nesnenin varlığını Kuran içinde yaddetti:
Taş veya Kuru herşey apaçık bu kitap içindedir." (Kuran VI/59)
Öyleyse, aziz kardeşim: Çalap Ta'âlâ'nın buyurduğunu gayret gösterip tutmak ve sakının dediğinden sakınmak gerek. Bunun için de insan olanlar kendilerini tez ulu bileler ve Hak Ta'âla Hazretlerinin yasaklarındansakınalar. İnşâallahu Ta'âlâ, bu gibi insanların amel ve hallerinin nasıl olduğunu Marifet gelip canı diri kıldığı yerde (mahşer) hatırlarız.
Âbidlerin ibâdetleri: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, seferberlik olunca gaza eylemek, cenabetten gusul ederek temizlenmek ve nefse ait arzuları istemeyip, dünyayı terk ederek âhireti sevmektir.
Bunlar avam (halk) taif esidir ve işi gücü birbirlerini incitmektir. Kibir, haset, buğuz, cimrilik ve düşmanlık bunlarda her zaman görülür. Bunların taifesi hemen hemen bu kadardır.
İkinci bölük, zahitlerdir. Bunların aslı ateştendir ve bunlar tarikat taifesidir. Bu sebeple gece gündüz yanmaları, kendilerini yakmaları lâzımdır. Her kim, bu dünyada kendisini yakarsa, yarın âhirette türlü azaplardan kurtulacaktır. Şunu iyi bilin ki bir kez yanan başka yanmaz:
"(Kur'ân'a nazire yazmayı) eğer yapamazsanız ki asla yapamayacaksınız- o ateşten sakının ki onun odunu insan ve taşlardır." (Kufânll/24)
HİKÂYELER
Nitekim, İsa Peygamber Aleyhi's-selâm günlerden bir gün geziye çıkıp yürürken bir dağ dibine ulaştı; su buldu ve içti. Fakat o su acıydı ve o dağ sürekli sallanıyordu. Bunun için Isa Aleyhi's-selâm hâl diliyle dağa sordu:
- Bu su, niçin acıdır ve sen, sürekli niçin sallanırsın? O dağ, o zaman şöyle karşılık verdi:
- Ya Ruhullâh, şöyle bil ki, Musa Peygamber Aleyhi's-selâm zamanında bir yiğit gezerken birden buraya geldi ve bu âyeti okudu:
"Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu o ateşten koruyunuz ki onun odunu insan ve taşlar olacaktır." (Kur'ân LXVI/6)
Sonra (dağ), bu âyet Tevrat, İncil, Zebur ve Kurân'da var mıdır? dedi. O zaman Isa Aleyhi's-selâm, İncil, Tevrat, Zebur ve Kurân'da bu âyet vardır diye cevap verdi.
O zaman, dağ:
- Ya Isa, İncil senin, Kuran Muhammed Mustafa'nındır. Şimdi, Ya Ruhullâh! Senin duan kabul görür, dua et de Calap Ta'âlâ beni bu titremekten kurtarsın, dedi. O zaman, Isa Aleyh is's-Selâm dua etti ve o saat içinde o dağ titremekten kurtuldu, acı suyu da tatlı oldu. O zaman, o dağ şöyle dedi:
- Ya Ruhullâh! Benim içimde bir pir vardır; tâ Benî israil zamanından kalmıştır. O, Muhammedi veya ümmetini görmeyi arzular. Fakat o yiğit;
"Yakıtı insanlar ve taşlar olan ve kafirler için hazırlanan ateşten kendinizi koruyun"
Yukarıdaki âyeti okuyunca, bu pir o zamandan beri gece gündüz ağlardı. Bu acı su onun gözyaşıdır. Bu pirin gözyaşı, başka birçok suya da karıştı, hepsini acı kıldı. Şimdi, Allah'a şükür, senin duan bereket iyle ağlaması son buldu ve acı sular da tatlı oldu.
Isa Aleyhis's-selâm bu heybeti görünce ibrette kaldı. Dünyada, bir çanağı, bir asası ve bir iğnesi vardı; onları da ele bıraktı.
Bundan dolayı, azizim! Bu, dünyalık biriktirenler türlü türlü azaplardan nasıl kurtulacaklardır? Nitekim, Res'ül Hazreti Aleyhis's-selâm buyurmuştur,
"Bu dünya, bir derin denizdir; İnsanların çoğu onun içinde boğulmuşlardır.
Zâhidlerin ibâdetleri; gece gündüz Allah'ı zikretmek, bismi'llâhi'rahmâni'r-rahim'i her işte yâd etmek, korku ve ümit içinde olmak ve arzuları dünyada âhiret için yararlı işler yapmaktır. Hâlleri de ilm-i ledün (gayb ilmiine ermektendir ve kendi bilgilerinden memnun kalmışlardır. Nerden gelip nereye gittiklerini bilmezler. Çünkü, bunlara hidâyet kapısı açılmadı Eriştikleri her mertebeye kendi gay¬retleri ile gelmişlerdir. Bunların bölüğü de hemen bu kadardır.
Üçüncü bölük, ariflerdir. Bunların aslı sudandır ve bunlar maritet taifesidir. Su, hem kendisi temizdir hem de temizleyicidir. Bu sebeple arif de hem temiz olmalı hem de temizleyici.
Soru: Arifler katında her sözün üç yüzü önü ve bir arkası vardır. Manâ ehli katında ise (her sözün) yetmiş iki yüzü ve bir ardı vardır. Ayrıklar, câhiller bilmediklerinden kelimenin ardını söylerlerde kendilerini ateşe atarlar. Fakat, arifler her kelimenin yüzünü söylerler de ateşten kurtulurlar.
Şimdi, su temizdir sonra, temiz su herhangi bir kaba girerse o kap suya döner su (gibi temizlenir). Aynı zamanda kendinden başka şey kalmaz (birikmez) ve rengi de belli olur. Pisliği dışarda bırakır (mikrobu temizler).
Ariflerin arılığı zahirdir; tekrar aslına erer, birikir. Arifler katında şirk murdardır (pistir); onu içlerinde bırakmaz, dışarı atarlar. Kendileri arıdırlar ve başkalarınıda arıtırlar.
Öyleyse, şöyle bilmek gerekir ki kendisini arıtmayan başkalarını da arıtmaz (arıtamaz).Şeriat katında elbise ve tene pislik bulaşsa, suyla yıkanınca temizlenir. Su, hem donu hem teni arıtır, cenabeti giderir ve abdest reva olur. Fakat, arifler katında suyla ne elbise ne ten temizlenir ne de cenabet giderilip abdest reva olur. Çünkü, yıkayıcı arınmayınca, yumaklık ile yıkanan şey arınmaz. Şimdi, insan gerek ki suya; su, gerek ki abdeste; abdest, gerek ki namaza; namaz, gerek ki Çalap Ta'âlâ'ya yarasın Nitekim, Hak Subhanehu ve Ta'âlâ buyurur:
"Değme dil beni anlamaya, değme ten bana ibâdet etmeye, değme ibadet benim marifetimi bilmeye, yaramaz."
Bundan dolayı, azizim! İyi düşünmek gerekir ki kişide yaramaz fiil olmasın. Kişi her zaman temiz olmalıdır, insanın ansız (pis katışıklı) olmasına sebep içinde şeytan fiilinin olmasıdır.
Eğer inanmazsan bir kaba içki koy ve ağzını kapat ve denize bırak. O kabın dışını on yıl yıka. Kabın içindeki içki önceki eski içkidir ve murdardır (yine pistir).Bir başka manâ (örnek) de şudur:
Bir kuyuya bir damla içki damlasa, o kuyunun suyunu bir kere boşaltsalar, dışarı dökseler, o suyun döküldüğü yerde ot bitse de o otu koyun yese; takva ehli kavlince o koyunun eti haramdır. Şunun içindir ki içkinin haramlığı ve murdarlığı şeytan Muindendir. Nitekim Hak Ta'âlâ buyurur: "İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın işleri cümlesinden olan pisliklerdir; onlardan kaçının ki felaha eresiniz. " (Kuran V/90)
Şimdi, azizim! Bir damla içki, bir kuyuya damladığı için takva ehli kavlince o kuyunun suyunu hep arıtmak gerekmiş. O suyun döküldüğü yerde biten otu bir koyun otladığı için eti haram oldu. Sebep, içinde şeytan fiili olmasıdır.
Vay sana ki içinde; kibir ve hased, (kıskançlık) cimrilik, düşmanlık, tamah, öfke, gıybet, kahkaha, (şamata) ve maskaralık ile bunlar gibi daha nice şeytan fiili varsa, suyla yıkanıp nasıl arınacaksın?

Öyleyse hakikaten bil ki arınamazsın.
Bundan dolayı, bahsettiğimiz, bu sekiz türlü nesnenin birisi bir kişide olsa, onun bütün taât ve ibâdeti ile amelleri heba olur. Vay eğer sekiz türlüsü de bir kişide olursa o kişinin hâli ne olur? "Yaptıktan her işi ele alır, onu toz duman ederiz." (Kurân XXV/23)
Şimdi, biz, dedik ki "mutlak şeytan o kimsedir ve şeytanın şeytanlığı da tam bu sekiz türlü nesneyledir."
Azizim! Ariflerin aslı sudandır ve içlerinde pis şey bulunmaz. Suyun aslı da yeşil cevherdendir ve o cevherin aslı da Allan'ın kendi kudretindendir. Bunun için Allah Tebaâreke ve Ta'âlâ ariflerini sever. Çünkü ariflerin aslı Allah'dandır; asıllının aslını sevmesi şaşılacak bir şey değildir.
İnşallah, âriilerin ilmini insanın kendisini bildiği yerde yâd edeceğiz.
Şimdi, şöyle bilmek gerekir ki, ariflerin ibâdeti tetekkür ile dünya ve âhireti terk etmek; himmet nazarıyla velayet beklemek ve Çalap Ta'âlâ'ya ulaşmak arzusudur. Ariflerin halleri ise bütün varlığa uyum göstermek ve kötü düşünceye kapılmamaktır.
Bunların taifesi de hemen bu kadardır.
Dördüncü taife muhiplerdir. Bunlar hakikat taifesidir ve bunların aslı topraktandır. Toprak teslimiyet ve rızâyı temsil eder. Bu yüzden muhip de teslimiyet ve rızâ içinde olmalıdır. Nitekim, Resulul'lâh (A.S.) Hazretleri şöyle buyuruyor:
"Her Nesne tekrar aslına döner."
Şimdi, muhip, arife şöyle sorar:
- Ya ârif! Allah Tebâreke ve Ta'âlâ Kur'ânda şöyle buyurur: "Sizi yerden yarattık, oraya döndüreceğiz ve başka bir sefer yine oradan çıkaracağız." (Kuran XX/55)
O hâlde şimdi, toprak toprağa, su suya, yel yele, ateş ateşe döner; sen neyle Hazret'e (Allah'a) varırsın? "Ben önce kimsem, yine O'yum" dersin.
Arif, cevap verir: "Bu söz doğrudur ve ihtilâf yoktur. Ama, benim üç dostum vardır. Ne zaman ki ben Ölürüm birisi evde, birisi yolda kalır; birisi ise benimle beraber gelir: Evde kalan malımöır, yolda kalan hısımlarım ve ailemdir, benimle beraber gelen ise iyiliklerim ve amellerimdir.
Öyleyse, eğer kötü ahlâkım ve kötü amelim varsa, bil ki bu, asıllı aslına döndüğü ve benzediği içindir. Arif de muhibbe sorar:
-Ya muhip! Asılda baba (ata) mı yoksa anne mi önemlidir?
- Çoğu şöyle söyler: Anne asıldır, baba köktür. Ama bizim katımızda baba (ata), asıldır; anne köktür. Çünkü, asıl, tohumdurki yere ekilince kök olur, diye cevap verir muhip.
Muhiplerin ibâdeti, Allah'a yalvarma (münâcât), seyir ve gözlemdir. Arzularına ermek, Çalap Ta'âlâ'yı bulmak, kendilerini yitirmek, canları muratlarına ermek ve hâlleri birleştirip birolmakt ir.
Bunların taifesi de hemen bu kadardır.
Muhiplerin üç yerde kazancı vardır:
Birinci, Çalap eserini seyretme,
İkinci, Çalabına münâcât kılma (yalvarma),
Üçüncüsü, Çalap aşkına müşâhâdeye oturma.
Eğer, muhiplere, Çalap Allah'ı nasıl bildin derlerse, onlar şöyle cevap verirler:
-Çalap Allah'ı kendimizden, kendimizi de Çalap Allah'dan bildik. Sözümüzün delili, Hazreti Aleyhi's-selâm'ın buyurduğu şu hadistir:
"Her kim kendini bilirse, şüphesiz Rabbını da bilir." (Hadis)
Muhiplerin sözlerinin hakikati insanın kendi içindedir, başka yerde arayan nasıl bulacaktır? Bu sebeple bir insan kendini bilmeyince Allah'ı nasıl bilecek ve görecektir? Nitekim Çalap Ta'âlâ buyurur: "Biz ise, ona, ilim ve kudretimizle sizden daha yakınız; fakat siz (yapılmakta olan işleri) görmüyorsunuz." (Kur-ân LVI/85]
Bir âyette de şöyle buyurur:
"...ve biz ona şah damarından daha yakınız." (Kur'ân L/16) âyetinin sonu,
Ahitlerin, zâhidlerin ve ariflerin ibâdet, arzu ve hâlleri birbiri katında değil; takat muhiplerin katında geçer. Çünkü, âbidler, zâhidler ve âriflerda'vâ (zâhirehli) muhipler ise ma'na (bâtın ehli) taifesidirler.
Şimdi, azizim! muhiplerin şerhi (izahı) çoktur. Fakat, aklın ermesine, gönlün yönelmesine ve suret döğmeğe (insanları uyarmağa) bu kadar söz yeter ki onlan da yad ettik. Başka kim var, Allah bilir vallahu a'lemu bi's-sevab (Doğruyu en iyi Allah bilir).
İKİNCİ BÖLÜM
Bu bölüm marifetin aslını beyân eder.
O, âlemin Kutb'u der ki:
Kul, Çalap Allah'a kırk makamda erişir, dost. olur. O kırk makamın onu şeriat; onu, tarikat; onu, marifet; onu da hakikat içindedir.
Şeriatın ilk makamı iman getirmektir:
İmanın şartı altıdır: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmaktır.
Ama hangi insan ki imanın ten üzere olduğunu söylerse hatâ eder.
İmânın can üzere olduğunu söylese de hatadır.
Şöyle bilmek gerekir ki arifler katında imân akıl üzeredir. Fakat herkesçe bilinen: İmânın dil ve gönül üzere olduğudur. Kim Çalap Allah'a gönülden tanıklık yapmazsa, mutlak kâfirdir.
"... ve onlar deve, iğne deliğinden goçinceye kadar cennete giremeyecekler." (Kur'ân IV/48 ve 116)
Öte taraftan diliyle tanıklık yapıp da gönlü ile inanmazsa münafıktır. Cehennemin en alt tabakasında olur:
"Şüphesiz ki münâfıklar cehennemin en alt tabakasında olacaklar." (Kur'ân IV/145)
İbâdete gelince: amel imândan ayrıdır ve imân ibâdettir. Değme ibâdet, imâna ermez; küfür de günahtır ama değme günah küfre ermez: Nitekim Allah şöyle buyurur:
"Muhakkak ki Allah kendisine ortak koşulmasını al etmez; bunun dışındaki günahları dilediği kimseye bağışlar." (Kur'ân IV/48 ve 116)
Bu iki süz de kişilere dosttur:
"Hani Rabbın Âdemoğu'larının sulblerinden hürriyetlerini çıkarıp aldı da onları nefislerine karşı şahit tutarak, ben sizin Rabbiniz değil miyim? buyurdu...." (Kur'ân VII/172)
İşte imân budur,
Fakat bizim sözümüz şudur ki: Rahmanın ve şeytanın aslı nedir? Bunu bilmek gerek. Şimdi şu da bilinmelidir ki Rahmanın astı imân, şeytanın aslı ise şüphedir. Fakat imâna şüphe katmak güçtür. Çünkü imân akıl üzeredir; akıl sultandır ve ten içinde imânın naibidir. Sultan giderse naib nasıl durabilir?
Meselâ:
İmân bir hazinedir; Allah'ın lanetlediği İblis, bir hırsızdır. Akıl hazinedardır. O hâlde hazinedar giderse, hırsız hazineyi ne eder?
Bir söze göre de iman, koyun; akıl çoban ve İblis kurttur. Çoban giderse kurt, koyunu ne yapar?
Bir söze göre de imân süt; akıl bekçi, İblis ittir. Üçü de bir evdedir. Bekçi evden gidip de süt bekçisiz kalırsa, it sütü ne yapar?
Şimdi, ey biçâre miskin! İmân senin içinde başıboştur.
Şimdi, Çalap Allaha inanmak, buyruğunu tutmak,sakının dediğinden sakınmak, imândır. Allah Tebareke ve Ta'âlânın buyurduğunu tutmayıp sakın dediğinden sakınmamak Allaha inanmamaktır.
Allahın meleklerine inanmak, imândır.
Şimdi, azizimi Her bir kişiyi üç yüz altmış melek korur. Bunca melekler arasında edepsizlik edersin de sen, senin gibi kişi yanında edepsizlik etmezsin. Hani nerde meleklere inanmış olduğun?
Allahın Kurân'ına ve diğer kitaplarına inanmak da imandır.
Şimdi için; kibir, hased, cimrilik, tamah, öfke, gıybet, kahkaha, şamata ve maskaralıklarla doludur. Şimdi, azizim! Hangi kitapta bunlardan birisinin iman ehlinin içinde olacağı buyurulur? Nerde kaldı; (Allahın) kitaplarına ve tebliğlerine inandığın?
Allah dostlarına İnanmak da imandır. Çünkü Allah dostları miskinliği (fakrı) kabul ettiler. İkiliği, kesreti bırakıp vahdet yoluna girdiler.
Allah dostları bir gün tok, iki gün aç gezerler.
Nitekim Hazreti Resul (A.S) buyurmuştur:
"Ben dahi bir gün tok, iki gün aç dururum". (Tirmizi,Zühd/35)
Fakat Allâhu Ta'âlâ bunların hatâlarını kıldan kıla geçirdi ve geri yüzlerine vurdu. Sen bunca fuzûli işler yaparsın; yüzüne vurmaz mı dersin. Senden korkar veya utanır mı sanırsın. Allah dostlarına (peygamberlere) inandığın nerde kaldı?
Ey müminler! Kıyamete inanmak, böyle sizin gibi inanmak değildir. Zira siz haram ve helâl her ne bulursanız giyinir, donanır; haksız yere nimetler yiyip beslenirsiniz. İşte bu inanmak mıdır ki siz inanmış olacaksınız.
Şimdi, ey müminler! Eğer kendinizi bildiyseniz, bu kapı ümit kapısıdır; sizlere rahmet eder. Eğer kendinizi bilmedinizse, bu kapı ümitsizlik kapısıdır; sizlere kızgınlık ve ölke verir. Çünkü o yüce Pâdişâh şöyle der:
Ben o Pâdişâhım ki milyonlarca insanı kapımda talep edici olarak isterim. Kapımda Ömür boyunca zar zar ağlarlar da eğer inançları ve istekleri riyalı olursa sonunda perişan olurlar.
Her ne kim var, ihlâsla imân getirmek zorundadır.
Bunların hepsi tam imândır. Korkusuz yürümek imâna şüphedir,
Öyleyse azizim! Marifetin aslını bu kadar hülâsa ettik; çünkü gerçek canlara hülâsa (kısa) söz yeter.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Bu bölüm şeriatın makamlarını beyân eder.
Şeriatın birinci makamı, imân getirmektir: Kurân'da şöyle hitabedilir:
"Ey iman edenler" (Kur'ân V/9)
İkinci makam, ilim öğrenmektir; "Rabba Kul olunuz."
(Kur-ân III/79) Üçüncü makam; namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, gücü yetene hacca gitmek, seferberlik olunca kaçmayıp düşmana karşı gelmek ve cenabetten temizlenmektir. (Nitekim Kur"ân*da ve hadiste bu hususlarda şöyle buyrulur; "... Namazı kılın ve zekâtı verin" (Kurân II/43) "Ramazan ayında oruç tutunuz" (Hadis)
"Allah için Ka'be'yi haccetmek, oraya gitmeye gücü yeten insanlar üzerine farzdır." (Kurân III/97)
"Umûmi bir sefer olduğu zaman cihad etmek"
"(Vücûdun) bütününü cünüptük halinden yıkayıp temizlemek."
Dördüncü makam, helâl kazanmak ve faizi haram bilmektir: "Allah alışverişi helâl faizi haram kıldı." (Bakara II/275)
Beşinci makam, nikâh kıymaktır:
"Kadınlardan sizin için iyi ve uygun olanlarını nikahlayınız." (IV/20)
Altıncı makam, hayz ve loğusalıkta cinsi münasebeti haram bilmektir:
"Hayz zamanında kadınlardan el çekin, temizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın." (II/222)
Yedinci makam, sünnet ve cemaat (ehl-i sünnet ve'l-cemaat) eh¬linden olmaktır:
"Cemaatle kılınan namaz, yalnız başına kılınan namazdan yirmi yedi defa daha faziletli olur."
(Hadis)
Sekizinci makam, şefkattir:
"Allah'ın tevhid ahdini kabullendikten sonra onu bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini koparanlar ve yeryüzünde fesad çıkaranlar (varya) işte lanet ve yurdun kötüsü (cehennem) onlara." (Kur'ân XIII/25) Hazreti Resul (A.S.) buyurmuştur: "Şefkat imandandır,"
Dokuzuncu makam, temiz yemek ve temiz giyinmektir: "Size bahşettiğimiz nimetlerin rızıkların iyilerinden yiyiniz." (Kur'ân II/172, XX/81)
"Ve elbiseni de temizle" (Kuran LXXIV/4)
Onuncu makam, emr-i bi'l-ma'rûf ve nehyi'ani'l-münker, yani iyiliği emredip yaramaz işlerden sakındırmaktır:
İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun." (Kur'ân III/104, XI/71)
Beyân olunan bu kadar âyetin tamamı imân ehli için gelmiştir. Bakisi malûmdur.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜMBu bölüm tarikat makamlarını beyân eder. Şimdi, azizim! Bil ki tarikatın ilk makamı pirden el alıp tövbe etmektir:
'Allah'ın ipine sıkıca sarılınız." (Kuran III/103)
"... Çok samimi bir dönüşle Allah'a tövbe ediniz." (Kur'ân LXVI/8)
Kul kötü hâlden dönünce tövbe veren Allah'ın kendisidir: "(Onların bu pişmanlıkları üzerine) tövbe etmeleri için Allâh onlara teveccüh buyurdu."
(Kur'ân IX/118) Şimdi, ey müminler! Öyle tövbe etmek gerek ki onda tereddüt ve şüphe olmasın. Yine tövbeyi öyle yapmak gerek ki fayda getirsin. Çünkü tövbe etmek pişmanlıktır. Pişmanlığın esası budur ki yetmiş yıllık günâh bir özüre değişilir. Şimdi, tevekkülle özüre önem verin ki hatâlarınız az, yüzünüz ak (taze) olsun.
Şimdi, ey müminler! Her zaman özür dilemek sizden; kabul etmek Allah'dandır:
"Allah'a tevekkül eden kimseye, Allah yeter." (Kur'ân LXV/3)
Şükür kılmak sizden; nimetlerinizi artırmak Allah'dandır: "... Şükrederseniz muhakkak artırırım, ama nankörlük ederseniz, bilin azabım çok çetindir." (Kur'ân XIV/7)
Sabretmek sizden, hesapsız sevap vermek Allah'dandır:
"Sabredenlere ecirleri hadsiz hesapsız ödenecektir," (Kur'ân XIV/3)
İbâdet etmek vg şehâdet getirmek sizden, cennet içinde köşklerinizi yükseltmek Allahdandır: 'İyiliğin karşılığı, ancak iyiliktir." (Kur'ân LV/60)
Yetmiş yıllık günâh için özür dilemek sizden, kabul etmek Allahdandır:
"Ve o, tövbeyi kullarından kabul edendir." (Kuran XL11/25)
O, Kerem sahibi Padişah der ki;
"Ey kullarım! Âdem (A.S) bir defa emri dinlemedi; iki yüz yıl ağladı. Her zaman şunu okurdu:
"... Ey Rabbiimiz! Biz nefislerimize zulmettik. Eğer bize mağfiret etmez ve merhamet buyurmazsan biz hüsrana uğrayanlardan oluruz." (Kur'ân XXII/78)
Bu kadar göz yaşı döktü; ondan suçunu bağışladım. O hâlde sizler de yetmiş yıllık günâha bir defa Özür dileyin; al edeyim. Çünkü af etmek bendendir.
Eğer, âsilerden bir günahkârı yargılamadan (cezalandırmadan) bırakırsam, rahmetim ortaya çıkmazdı, der. "... ne iyi mevlâ ve ne iyi yardımcı." (Kur'an XXII/78)
Dünyada bir nesne eksik yaratsaydım, kadir sıfatım tamam olmazdı, der:
"Biz ne iyi kudret sahibiyiz." (Kur'ân LXXVII/23)
Cennette de bir nesne eksik olsaydı, cennetim tamam olmazdı, der:
"... Burası dünyanın ne güzel bir karşılığıdır." (Kur'ânXII/24)
Nuh peygamberin (A.S) bir duası, kabul edilmiş olmayaydı, bütün dualar kabul olmazdı, der:
"Andolsun ki Nûh bize seslenmişti de duasına ne güzel icabet etmiştik." (KurânXXXII/75)
Tarikatın ikinci makamı mürid olmaktır:
"... bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere, ehl-i kitaba) sorun." (Kur'ân XV!/43)
Bundan dolayı mürid üç türlüdür:
İlki, mutlak müriddir.
İkincisi, mecazi müriddir.
Üçüncüsü, mürted (dönek) müriddir.
Mutlak mürid odur ki her türlü hâlde şeyhine niçin deyip delil getirmez.
Mecazî mürid odur ki zahirde şeyhinin istediği gibi, bâtında kendi istediği gibi olur.
Mürted mürid odur ki şeyhinin bir hâlini görünce derhâl yüz çevirir.
Tarikatın üçüncü makamı, saç kesmek (traş olmak) ve elbise değiştirmektir.
"... başlarınızı traş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Harama gireceksiniz." (Kur'ân XLVIII/27)
"insanlar elbiselerledir (onlarla tanınırlar)"
Tarikatın, dördüncü makamı, nefis savaşında (mücahâde etmek) olgunlaşmaktır; pişmektir.
"(Öyleyse) o ateşten sakının ki onun odunu insan ve taşlardır, kâfirler için hazırlanmıştır."
(Kur'ânII/24)
Beşinci makam, hizmet etmektir. Nitekim, Hazreti Peygamber (A.S) buyuruyor:
"Hizmet eden kimse hizmet görür"
Altıncı makam, havi yani korkudur:
"(O hâlde) hemen Allâha kaçın (küfür ve inkârı bırakıp imâna gelin). " (Kur'ân LI/50)
Yedinci makam, ümit etmektir: "... Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz."
(Kur,ân XXXIX/53)
Sekizinci makam; hırka, zenbil, makas, seccade, subha (yüz taneli tesbih), ibrat (iğne) ve asadır. Bunlar, azizdir; azizlere verirler:
"Muhakkak ki Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü (ve muayyen bir zaman) tayin etmiştir." (Kur'ân LXV/3)
Dokuzuncu makam; sahip-makam (makam sahibi), sahip-cemiyet (cemaat sahibi), sahip nasihat (nasihat sahibi) ve sahip-muhabbet (muhabbet sahibi) olmaktır:
"... Allah onları, onlarda Allah'ı severler." (Kur'ân V/54)
Onuncu makam; aşk, şevk, sela ve fakirliktir: "(Ya Rabbi!) bana müslüman olarak ölmek nasip eyle, beni salih kulların arasına kat." (Kur'ân XII/101)
"Muhtaçlık benim medarı iftarımdır ve kıyamet gününde ben onunla övüneceğim." (Hadis)
Bu makâm-ı candır. Can cana kavuşursa (Allah'a ulaşırsa); sevinmek, oynamak, zevk vs şevkle hareket etmek, şaşılacak şey değildir. O hareket Yaradan'ın dostluğu içindir, helâldir. Çünkü ilâhi nasiptir. Her kime nasip olursa, bunu belirtmelidir, vallahu a'lem (Allah daha iyi bilir).
BEŞİNCİ BÖLÜM
Bu bölüm marifetin makamlarını beyân eder.
Şimdi, azizim! Marifetin birinci makamı edep, ikinci makamı korku, üçüncü makamı perhizkârlık, dördüncü makamı sabır ve kanaat, beşinci makamı utanmak, altıncı makamı cömertlik, yedinci makamı ilim, sekizinci makamı miskinlik, dokuzuncu makamı maritet, onuncu makamı kendini bilmektir. Nitekim Hazreti Resul (A.S) buyururki:
"Kendi nefsini bilen Rabbını Hakkıyla bilir."
ALTINCI BÖLÜM
Bu bölüm hakikatin makamlarını beyân eder.
Şimdi, azizim! Hakikatin birinci makamı, toprak olmak; ikinci makamı, yetmiş iki milleti ayıplamamak; üçüncü makamı, elinden geleni esirgememek; dördüncü makamı, dünyada yaradılmış bütün nesnelerin kendisinden emin olmasıdır. Beşinci makamı, mülk sahibine yüzünü sürüp yüz suyunu (yaratılış sebebi olan Muhammedi nurunu) bulmak; -çünkü vahdet evindedir- altıncı makamı, sohbette hakikat sırlarını söylemek; yedinci makamı, seyri sülük; sekizinci makamı, sır; dokuzuncu makamı, münacaat; onuncu makamı, Çalap Allaha ulaşmaktır. Kavuşma bundadır.
Muhakkak kî; arifler sultanı Sadettin kendi kerem ve lütfundan bir kaç beyit buyurur:
Bu makama kim ere/İşbu sözü kim dere
Varlığın Hakka vere/Cümle âlem içinde

Kim bu sırra ermedi/Kendisini dermedi
Bu aşktan esrimedi/Ömrü zulmet içinde

Varlık yokluk bir durur/Aşk ve sevgi bir durur
Dünya âhret bir durur/Aşk-ı kadîm içinde

Arif suâl sorar, derki:
- Bu kırk makamın yirmisi tanıklı, yirmisi tanıksız; acaba hangi sebepten böyledir?
Cevap şudur ki:
Tanık kâl (söz) ülkesinde olur; hâl diyarında olmaz. Yine tanık inkâr evinde olur; belî (evet kabul) evinde olmaz; dışarda olur, içerde olmaz.
Kırk makam budur ve biz onu ifade ettik. Eğer sen de hemen bilirsen (öğrenirsen) iyidir. Eğer bu kırk makamın birisi eksik olursa, hakikat tamam olmaz; çünkü şartı eksik olur.
Meselâ, bir kişi diliyle imân etse ve gönlüyle etmese öşürü, zekâtı tam vermese, hacca giderken yoldan geri dönse, Allah Ta'âlâ'nın hükümlerinden birini bâtıl saysa veya Muhammed Mustafa'yı inkâr etse, Hz. Muhammed'in sahabelerinden birini haksız bilse, işlediği bütün ameller heba olur.
"Yaptıkları her işi ele alır, onu toz duman ederiz." (Kur-ân XXV/23)
"Hem biz onlar (hayır diye) ne yaptılarsa onu, saçılmış zerre hâline getiririz." (Kur-ân XXV/23)
İşte azız kardeşim! Bu kırk makamın hiç birisi eksik olmamalı, Çünkü, kırk makamdan hiçbir nesne eksik değildir.
"Sana her şeyi açıklayan, müslümanlara doğruyu gösteren rehber, rahmet ve müjde olarak Kur'ân'ı indirdik." (Kur'ân XVI/89)
"Biz ise her şeyi (levh-ı mahfûza) yazıp tespit ettik." (Kur'ân XXXVIII/29)
"Eğer yer yüzünde ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa ve yedi deniz daha yardımcı olsa, Allah'ın sözleri (yazılmakla) tükenmez." (Kur-ân XXXI/27)
Şimdi, azizim! Sevinmek var; mutlu olmak (gönenmek) var. "(Resulüm) de ki: -Eğer siz Allah'ı seviyorsanız, hemen bana tâbi olunuz. (İşte o zaman) Allah da sizleri sever ve günahlarınızı bağışlar." (Kur'ân 111/31)
Burada sevgi var:
"Bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, onun Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün." (Kur'ân LIX/21)
Nişanı da var:
"Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa, yine de Allah'ın sözleri bitmezdi" (Kur'ânXXXI/27)
Ümit de var;
"Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz." (Kur'ân XXXIX/53)
Korku da var:
"Allah münafık erkek ve kadınlar ile kâfirlere cehennem ateşini vadetti." (Kur'ân IX/68)
Delilde var: "De ki: Delilinizi getirin..." (Kur'ân II/3 ve XXVII/64)
Helâllikde var: "Deniz avı yapmak ve onu yemek size helal kılındı." (Kur'ân V/96)
Haram belirtmek de var: "Size analarınızın.... nikâhı haram kılındı." (Kur'ân IV/23)
Hizmet de var:
"Ey iman edenler! Sesinizi Hz. Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyiniz." (Kur'ân XLIX/2)
Fazilet de var:
"Fakat kim bağışlar ve arasını düzeltirse onun mükâfatı Allah'a aittir." (Kur'ân XLII/40)
Şifâ da var:
"Biz Kur'ândan müminler için şifâ ve rahmet olan (âyetler) indiriyoruz. " (Kur'ân XVIII/82)
Müjde de var:
"... Müminler için bir yol gösterici ve müjdeci olarak kalbine indirmiştir. " (Kur'ân II/97ve XXVII/2)
Ceza da var: "(O verdiği misallerle) ancak fasıkları saptırır." (Kur'ân II/26)
Hasret de var: "Doğrusu (Kur'ân) kâfirler için bir pişmanlık (vesilesi)dir." (Kur'ân LXIX/50)
Şimdi, akıllı olana bu kadar söz yeter. Bakisi malûmdur.
YEDİNCİ BÖLÜM
Bu bölüm marifetin bilinen cevabını beyân eder.
O âlemin kutbu ve insanoğlunun Övüncü Horasanlı Hacı Bektaş (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) buyurur ki:
Gönül, büyük bir şehirdir ki Hak Subhanehu ve Ta'âlâ Arştan yerin altına kadar her ne yarattıysa o şehirde vardır ve o şehre sığar. O şehirde iki sultan vardır; Bunlardan biri rahmani, biri şeytanidir.
Rahmani sultanın adı akıl, naibi imân ve subaşısi miskinliktir. (Fakirlik)
Yüreğin sağ kulağında yedi kale vardır. Hak Subhanehu ve Ta'âlâ her bir kalede bir muhafızı vekil kılmıştır. O muhafızların adı birbir belirtilmiştir:
İlk muhafızın adı, ilimdir.
İkinci muhafızın adı, cömertliktir.
Üçüncü muhafızın adı hayadır.
Dördüncü muhafızın adı, sabırdır.
Beşinci muhatızın adı, perhizkârlıktır.
Altıncı muhafızın adı, korkudur.
Yedinci muhafızın adı, edeptir.
Değme bir muhafızın yüz bin cemaatı, her bir cemaatın yüz bin askeri vardır. Bunların hepsi, imân bekçileridir.
İşte böyle aziz kardeşim! Bu işleri tamam ettiğimiz zaman, Çalap Allah'dan diledik de marifet yâr, elinde beş hilat (süstü kaftan) tuta¬rak geldi.
Birinci hilât ilham, ikinci hiiât muhabbet (aşk)tır.
Bunlar cana giydirildi, can dirildi. Akla uygun geldi; geleni gideni anladı.
Çünkü, bütün nesneler canla dirilir; fakat can da marifetle dirilir.
Şimdi, marifetli can, erenler canıdır; marifetsiz can ise hayvanlar canıdır.
Burada arif sual sorar:
Şimdi, azizim! Canlar dersin, can kaç türlüdür? Ölü mü yoksa, diri midir? Can, dirildi; dersin. Can Önce ölü müydü? Ölü, nasıl dirilir?
Arif güzel sordun. Cevabı budur:
Can, iki türlüdür biri can, biri de canandır:
"Ey (Resulüm) bir de sana ruh(un hakikatimden soruyorlar. De ki ruh/hakikatini ancak) rabbımın bildiği bir husustur." (Kur-ân XVII/85)
Yani, Hak Subhanehu ve Ta'âlâ Hazretleri Resulüne hitap edip derki:
- Ya Muhammed! Eğer sana ruhtan sual ederlerse, cevap ver ki "ruh benim Rabbımın emrindendir." ("Min" bu âyette "bazı" manâsındadır.) (Kuran 17/85)
Öyleyse bir başka açıdan da can üç türlü ele alınabilir:
Birinci cana, cismâni ruh denir ki teni diri kılar; diken battığını ve kıl çekildiğini duyar.
İkinci cana, maaş ruhu, yaşama ruhu denir. Yer, içer; acıkır ve susar.
Üçüncü cana, ruh-ı revân (yürüyen, akan ruh) denir ki ten uyuyunca uyanır;
"Uykunuzu da istirahatınız (için bir vesile) kıldık. " (KurânLXXVIII/9)
Yani, uyku rahatınızdır, der; hemen her zaman ten rahatı için değildir.
Bundaki mânâ şudur: Üç kişiye Söz yoktur;
Bunlardan ilki reşit olmayan çocuk, ikincisi deli, üçüncüsü de uyanıncaya kadar uyuyan insandır.
Geceleri ses, uzağa gider; gündüzleri gitmez. Bunun sebebi, insan oğlu geceleri dünya günahından arınır; sesi engelleyen perde az olur; ses uzağa gider. Fakat gündüz günahlar birikir; perde olur; bunun için de ses uzağa gitmez.
Şimdi, uykunun, kimi insanlara ten rahatı, kimi insanlara ise can rahatı verdiğini öğrendin.
Can katında ten yılkıya benzer; ten canın merkebidir; ısıyı, soğuğu, acıyı, tatlıyı can sebebiyle ten de duyar.
Yılkılar, dikene ilişmez, köy yolunu bilirler, azmazlar lakat Hak yolunu bilmezler. Çünkü bunların gönül gözleri kördür.
Şimdi,şunlarki" hayvanlar gibidirler" Hak yolunu nasıl görebilirler? Nitekim Hazreti Resul (A.S) buyurur ki;
Hak Subhanehu Ta'âlâ insana dört göz verdi: İkisi baş, ikisi gönül gözüdür. Baş gözüyle yaradılmışı (halkı), gönül gözüyle yaradanı (Haliki) görür.
Onun için Hâlık'ı (yaratıcı) sevmek duygusu; şevk, zevk, gönül içinde ateş gibi kopar; vücuda yayılır ve o şekilde hareket başlar. O hareket Halikın dostluğu içindir; helâldir.
Ten, cana merkeptir, Şükür zamanında can nasıl şükrederse, ten öyle şükreder. Bilmeyenlere bu söz manâyı bildirir.
Şimdi, birisinin gönül gözü olmazsa, Hak'tan ne haberi olur? Zira, bir kimse şeker tatmamış olsa, adını bilmekle, tadını ne bilir? (Esasında gözleri görmeyen insana kör demenin faydası ne, manâsı ne?)
Bu sebeple Hâlık kalında hidâyet azizdir:
"Rablerinin rızasını dileyerek sabah ve akşam O'na duâ eden (fakir)leri, (müşriklerin) arzusuna uyarak yanından kovma. Onların hesabından sana ve senin hesabından da onlara bir şey gerekmez." (Kur'ân VI/52)
Ezeli ve ebedi olan Allah buyurur ki:
- Ey kullarım! Görmeyi göz ile mi, işitmeyi kulak ile mi, söylemeyi dil ile mi, tutmayı el ile mi, yürümeyi ayak ile mi, af olunmayı ibâdet ile mi, hışmı günah ile mi, yanmayı ateş ile mi oluyor sanırsınız?
Adem (A.S)'e, cehennem içinde bile olmayan azabı cennet içinde verdim. İbrahim (A.S)'e cennet içinde bile olmayan bahçeyi, ateş içinde verdim. La'netli Firavun'u Nil ırmağında gark ettim ve Musa (A.S)'yı ondan kurtardım. Çünkü, dostumu korudum, düşmanımı helak eyledim. Milyonlarca meleği göyündürdüm (yaktım) asla, birisinin bile bir zerre günahı yoktu. Milyonlarca insanı at ettim, asla birinin bile zerre ibâdeti yoktu. Her ne yaparsam, kadirim; kudretim yeter. Kimi gerekirse ağlatırım, kimi gerekirse güldürürüm. Gerek öldürürüm, gerek diriltirim; onu ben bilirim; siz bilmezsiniz. Fakat benim inayetim, havt u recâ (korku ve ümit) ortasında olanlaradır.
Şimdi, sözü terk etmeyelim, sözümüz, canı anlatmaktır. Gönülleri karışık ve kibirli olanların ruh (can)ları iddiacıdır. (Onlar) "elest" bezminde "yok" diyenlerdir. Bunlar hayvan gibidir. Üç (türlü) can (ruh) bunlardır ve hiç tınmayanlar"dır. Onların hakkında şu âyet gelmiştir:
"... İşte bunlar hayvanlar gibidir, doğrusu daha sapık ve şaşkındırlar. " (Kur'ânVII/179)
Şimdi bunları "âdem ilmi"nde yâd edelim, inşâallâhü Ta'âlâ.
Ama bizim katımızda can, beştir; lakat bu sözü anlamak çok güç bir iştir. Adem (insan)ın manâsı da üçtür. Kendini bilmek çok güçtür ve kendini bilmeyene bu söz hiçtir? Eğer bilmek istersen kitapta yazdım; şudur;
"... İçinizden kimi dünyayı istiyor, kimi de âhireti istiyordu..." (Kur'ân III/152)"'
Eğer bilinirse, bu âyetin manâsı bütün dünyaya yeter.
Şimdi, azizim! Onlar ki dünyayı isterler, hayvanlardan dahi aşağıdırlar.
Onlar ki âhireti isterler, "havt u recâ" (korku ve ümit) taitesidirler. Fakat onlar ki Mevla'yı islerler, "müşâhâde" taifesidirler.
Şimdi, Hak Subnanehu ve Ta'âlâ kerem ve lutfuyla buyurur;
- Ey kullarım! Beni isleyin ki size bilineyim. Ey âsiler! Özür dileyin ki at edeyim. Çünkü gök ağlar, yer güler; yani gökten yağar, yerden biter:
"Gökten yağmur indiren O'dur. Sonra her türlü nebatı o (yağmur suyu ile) bitirip çıkardık".
(Kurân VI/99)
Gökten yağmayınca yerden de hiç bir şey bitmez. Yani, bu; sizden ağlamak, benden de at etmek manâsına gelir.
Fakat bizim sözümüz canı anlatmak idi. Şimdi üç can, beyân edildi. Dördüncü can, marifettir.
Şimdi, azizim! Can bostan , marifet ise sudur. Susuz bostana su ne ederse, marifet de cana onu eder.
"(Hesap için) Rabbı huzurunda durmaktan korkan için iki cennet vardır. (Kurân LV/46)
Azizim! Hak Subhanehu ve Ta'âlâ sizler için iki bostan yarattı: Biri din bostanı, biri imân bostanı. Aynı zamanda marifet suyunu gönül gözünden akıttı:
"... Fakat Allah size imânı sevdirdi ve onu kalplerinizde güzelleştirdi". (Kuran XLIX/7)
'Görmedin mi Allah gökten bir yağmur indirmekte yer yüzü yemyeşil oluyor". (KuranXXII/63)
Sizeki o bostanların bekçisi? olduklarını sanmayın. Biri bir bostan ekse (bahçe yapsa) önce etrafını çevirir, sonra toprağı yumuşatır (sürer), çeşitli nimetleri eker. Ondan sonra döner, biçer, savurur, ayrık otları ayırır, dışarı atar. Ondan sonra orta yere bir kuru sığır başı (korkuluk) diker. Yemişi tamam olunca (olgunlaşıp yenilecek hâle gelince) o korkuluğu bırakır, yemişi toplayıp dostları ve kardeşleriyle yer, Allaha şükür eder(ler)
Allahu Ta'âlâ buyurur ki:
- Ey kullarım!.. Sizlerdeki iki bostan benimdir. İnayetimle bekledim; çevresini rahmetimle çevirdim. Miskinlikle gönlünüzü yumuşattım. Gönlünüzde tevhid ağacını diktim. Tevhid ağacında da hakikat yemişini bitirdim. Maritet suyuyla suladım ayrık otunu ve dikenini ayırdım. Düşmanlık isteyenlerden uzak bıraktım (düşmandan korudum). Günahlarınızla da orta yerde korkuluk yaptım.
Fakat Allah'ın lanetlediği iblis sizi görmeğe gelir. Orada, orta yerde dikilen günahınızı görür ve der ki:
- Çalabınıza isyan etmişsiniz. Sizden yardımını keser. Kıyamet günü gelince günahlarını terk etmiş olanı kendi fazlımla af dergâhına koyayım; cennetim İçindeki âlemlere çağırayım ve kerametimle sizlere yüzümü göstereyim ki mutlu olasınız, der: "... Boyası (dini) Allâh'ınkinden daha güzel kim olabilir?" (Kurân II/138)
Şimdi, ya arif! Canın ölü mü yoksa diri mi olduğunu sormuştun. Cevabı şudur:
Onlar ki üç canlılardır; ne diri ne ölüdürler. Eğer Ölü olsalardı, ölüler makamında, diri olsalardı diriler makamında olurlardı.
Ama, ölüm iki türlüdür. Bazılarının canı, bazılarının da teni ölür. Canları ölenlerin tenleri hayatta yaralı, gönülleri hastadır: "Onların kalplerinde hastalık vardır ve Allah onların hastalığını daha da artırmıştır". (Kur'ânII/10)
Tenleri ölüp canlan ölmeyen, âşıklardır: "Sakın Allah yolunda şehid edilenleri ölüler sanma. Doğrusu onlar Rableri katında diridirler, Cennet meyvelerinden rızıklanırlar". (Kur'ânIII/169)
Canın ölümü, nefsin hastalığından değildir. Fakat can içinde bir hastalık vardır ki ona "inkâr hastalığı" derler. Marifet, gayet ulu bir "hassakî" (haseki) ve gayet ulu bir "hakimdir" Heybetle varır; candaki inkâr hastalığına son verir, ilaçla canı taze tutar.
Cehennem kapısında yedi dağ vardır. O dağlan doğrar, parçalar; sekiz cennet kapısında yol eyler. Mesel:
Bir padişah bir "hassaki" (haseki)sini yollar ki gitsin, güzel bir yerde bir oda düzsün. Öyle ki o padişah odayı görsün ve beğensin. Çünkü padişaha uygun odayı ancak "hassaki"si bilebilir.
Şimdi, marifet de Çalap Allah'ın "hassaki"sidir ki layık gördüğü kişilerin gönlüne yollar, bir çokları o kişinin mübarek ağzından türlü türlü marifet haberlerini işitirler de rahat olurlar.
Bilmiş olasınız ki o mübarek ağızlarından türlü marifet haberleri söyleyip duyuran erenlerin, günde yedi kere ayaklarının tozunu ezip içmek gerek. Çünkü, marifetli gönül, erenler gönlüdür. O, Hak Ta'âlâ'nın ulu hazinesi ve nazargâhıdır. Marifet o gönülleri diri kılar ve gönül gözü açılır.
Hakka layık olmayanların gönüllerine marifet verilmez ve hiç kimse o kişilerden rahat olmazlar.
Şimdi, sözü bırakmayalım; bizim sözümüz canı beyan etmektir. Canın dirilmesine sebep dördüncü canın marifet, beşinci canın aşk olmasıdır. Nitekim, o arifler sultanı, manâlar madeni ve şeyhler seyyidi Molla Sadeddin - Kaddesallahu sirrehu'laziz- buyurur ki:
Ol cân ki aşktan olur/Bekası bin cân olur
Kamu canlar ölünce/Hem o can diri kalır

Aşk dirliğin alalım/Bu dirlikte kalalım
Ölmez dirlik bulalım/Çün can dosta birikir.
Resul Hazreti Aleyhis-selâm buyurur:
Ne zaman ki bir veli "yarabbi" dese, Hak Subhanehu Ta'âlâ "lebbeyk" sesini o velinin kulağına duyurur.
O velinin "Yarabbi" demesiyle Allahu Ta'âlâ Hazretlerinin "lebbeyk" demesi arşta birleşir ve bu iki sözün arasında bir nur çıkar. O nurun parlamasından yedinci kat gökte renk renk çiçekler biter. Ta altıncı kat gök arası o çiçeklerin güzel kokusuyla dolar. Beşinci kat gök arası, amber; dördüncü kat gök arası misk; üçüncü kat gök arası, reyhan; ikinci kat gök arası, misk ve birinci gök arası gül kokusuyla dolar, âlem münevver olur (nurlanır).
O zaman yedi katın melekleri birbirlerine müjde verirler ve şöyle seslenirler:
- Bu gün ne mübarek gündür ki güzel kokular geldi: Çok güzel bir gün, deyip çiçekler toplarlar, sekiz cennetin içini o çiçeklerle bezerler.
Bilhassa bu çiçekler arasında reyhan adında bir çiçek vardır ki velilerden birinin vadesi gelse, o çiçeği getirir koklatırlar ve aşk gösterirler. Koku ve aşk damarlarına yayılır, o velinin canını aşkla alırlarda can teslim ettiğini kimseler anlamaz.
"Ölen eğer gözdelerden ise ona, rahatlık, hoş kokular ve nimetlerle dolu cennet vardır.
(Kur'ân LVI/88-89) Ta Rab! Bana cennetin kokusunu koklat ve nimetlerini ikram kıl
NÜKTE:Nitekim Mısır kadınları Yusuf Peygamberi görünce hayran olup ellerini doğradılar da duymadılar. Şimdi, dostu, dostunun aşkından can acısını duymazsa, buna şaşmamalıdır. 0 halde, şimdi, dostun dosta cefâ kılması nasıl reva olur?
GARİP LATİFEGarip olan şudur ki arifler, ta tam kendi makamlarını görüp muratlarına ermeyince can vermezler.
Bir çeliği, bir taşa vururlar; o taşın içinden ateş çıkar, yanar; dumanı göğe ağar. Ateş ocakta kalır.
Şimdi o "gül-i reyhan (reyhan çiçeği) dedikleri "aşk çiçeği"dir. Aşk dedikleri Allahû Ta'âlâ'nın kendi ateşidir ki bütün âlemi tutup durur. O ateşin ocağı da erenlerin gönlüdür.
Aşk cana hareket getirir, yakar. Buna "muhabbet ateşi" derler.
İşte bu kadar acayip ve garip hâller, Allah Ta'âlâ'nın "lebbeyk" demesiyle, o velinin de "Ya Rabbi" demesinden kopar. İlâhi söz, dedikleri budur.
Nitekim fahri âlem Muhammed Mustafa {A.S.) şöyle buyurur;
Her kimin ibadeti yoksa yaptığı bütün hayırlar, kabul olmaz.
Şimdi, en büyük ibadet, "Ya rabbi" demektir. İhlasla, ama ihlasla "Ya Rabbi" demek kolay değildir.
Kim "kolaydır" derse yanlış söyler. Azizim! Bu, bir kulun Allahû Ta'âlâ Hazretlerinden nasibi olursa mümkündür.
Her kimin Allahû Ta'âlâ'dan nasibi varsa, bu kadar sözden bir şeyler artlar ve gece gündüz Allah zikriyle meşgul olur. Şimdi, her kim Allah zikriyle meşgul olursa her türlü zahmetlerden kurtulur, rahmetlere ulaşır, inşaalahu Ta'âlâ.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Bu bölüm şeytanın hallerini beyân eder.
İkinci sultan İblistir dedik. Nefs de şeytanın naibidir. Şeytanın subaşıları; kibir, haset, cimrilik, açgözlülük, öfke, gıybet, kahkaha ve maskaralıktır.Saydığımız bu yedi nesne onun muhafızları, yanı kapıcılarıdır.
Yüreğin sol kulağında yedi kale vardır. Her bir kalede bir muhafız bulunur. Bu muhafız, yüreğin sağ tarafındaki kalelere havale edilip vekil kılınmıştır. Değme bir muhafızın yüz bin hizmetkârı, her bir hizmetkârın yüz bin subaşısı vardır.
Şimdi, haset, cimrilik, açgözlülük, dünyayı terk etmekle gider.
Öfke, gıybet, kahkaha ve maskaralık da perhizkârlıkla gider. Bunların hepsi sabırla hayra döner.
Kibrin aslı şeytan, miskinliğin aslı rahmandır. Ne zaman kibir gelse, miskinliği ona havale etmek gerek.
Hasedin aslı şeytan, ilmin aslı rahmandır. Ne zaman haset gelse ilmi ona havale etmek gerek.
Cimriliğin aslı şeytan, cömertliğin aslı rahmandır. Ne zaman cimrilik gelse, cömertliği ona havale etmek gerek.
Şimdi cömertlik dört gruptur;
Birincisi, mal cömertliği; zenginlerindir.
İkincisi, ten cömertilği; gazilerindir.
Üçüncüsü can (ruh) cömertliği; âşıklarındır.
Dördüncüsü, gönül cömertliği; ariflerindir.
Şimdi, azizim! Yüzü, Çatap Allah'ın dileğine çevirmek gerek. Zira ki:
Edep dileyen korkuyu, korku dileyen pehrizkârlığı, perhizkârlık dileyen sabrı, sabır dileyen utanmayı, utanmak dileyen cömertliği, cömertlik dileyen miskinliği, miskinlik dileyen ilmi, İlim dileyen marifeti, marifet dileyen canı, can dileyen aklı, aklı dileyen Çalap Ta'âlâ'yı sever.
Çalap Ta'âlâ'nın buyurduğu o müjde, belirttiğimiz bu on iki türlü nesnedir. Bu nesnelerin on ikisi de birbirlerine vekil Kılınmıştır ve imân askerlerinin komutanları bunlardır.
Şimdi, iyi düşünmek gerekir kî, bu on iki türlü nesnenin biri eksik olursa, iman dürüst olmaz. Bunlar gayet iyi makamlardır ve bunları korumayan Çalap Allah'dan da marifeti bilmekten de uzak olur. Allahu Ta'âlâ'nın yüzünü görmekten de mahrum kalır.
Buna karşılık; maskaralık dileyen gülmeyi, gülmek dileyen gıybeti, gıybet dileyen öfkeyi, öfke dileyen açgözlülüğü, açgözlülük dileyen cimriliği, cimrilik dileyen hasedi, haset dileyen kibri, kibir dileyen teni, ten dileyen nevayı, hevâ dileyen nefsi, nefs dileyen İblisi sever; Çalap Ta'âlâ'yı sevmez.
Şimdi, bu on iki nesnenin vekili de şeytandır.
Bu on iki türlü nesne üstün tutulup, sözü edilen o on iki türlü nesne yerine gelmeyince, Çalap Ta'âlâ'dan yana kula yol yoktur. Çünkü bu on iki türlü nesne hem marifetin hem de imânın düşmanıdır.
Akıl askerinin, şeytan askerini yenmesi bunlarla malûm olur.
Şimdi bu nesnenin nişanı odur ki, can ruhani işreti sever. Ruhanî işret, hür olmanın nişanıdır.
Azizim! Hak Subhanehu ve Ta'âlâ buyurur ki:
"Dört türlü kişi, dört türlü nesneye dayandı; her birisi bunun dâvasını güttü; sonunda helak oldu.
Önce, Allah'ın lanetlediği İblis, ateşe dayandı, ona "dostum" dedi.
- Çalap Allah katında güç yoktur- "Dostu, dosttan ayırmayayım." dedi, sonunda iblis'i ateşe altı: "... iblis: -Ben Âdem'den hayırlıyım (çünkü) beni ateşten, onu çamurdan yarattın" dedi."
(Kuran V/12)
İkincisi, Firavun, kıptilere "doslum" dedi; sonunda onları görürken gark oldu :
"... Firavun avanesini ise, sizler bakıp dururken suda boğduk." (Kur-ân 11/50)
Üçüncüsü, Karun; malına güvendi; sonunda malıyla yok oldu :
"Nihayet Karun'u hem de sarayı ile yerin (dibine) geçirdik..." (Kurân XXVIII/81)
Dördüncüsü, Muhammed Mustafa (A.S.) Allahu Ta'âlâ'nın yakınlığına ve dostluğuna dayandı. Hak Subhanehu ve Ta'âlâ dostu dostan ayırmayayım, dedi;
"... Allah'ı (nasıl) sevmek (lazımsa) putları öyle seviyorlar. İman edenlerin Allah'a olan sevgisi ise daha kuvvetli ve devamlıdır." (Kurân II/165)
Hak Ta'âlâ kerem ve lutfundan yine buyurur ki:
- Ey sevgili kullarım! Ben sizinim, siz benimsiniz; şükreyleyin.
"... Andolsun ki eğer şükrederseniz elbette size olan nimetlerimi arttırırım." (Kuran XIV/7)
Bir âyette de şöyle buyurdu :
"... iyilik yapanları (ihsanda bulunanlarda daha güzeli (cennet) ile mükâlatlandıracaktır."
(Kurân LIII/31)
Başka bir âyette de buyurdu ki;
"... (Her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse) sâiih amel işlesin ve Rabbi için yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin." (Kurân XVIII/ııo)
İnsanın kendisini bilmesinin gerektiğini belirtmenin sebebi şudur: Bir insan, rahmânî ile şeytanî olanı ayırmayı bilmeyince kendini de bilmez. Bir insan kendini bilmeyince Çalap Ta'âlâ'yı da bilmez. Şimdi her kim bu sözlerin manâsını anlamışsa, rahmanî ile şeytanîyi ayırmasını bilirse, o kişi kendisini de bilmiş olur. Bir kişi ne zaman kendini bilirse aşk gelir, o kişiyi Hak'tan yana çağırır. Ne kadar talihi varsa o kadar ileri gider.
Şimdi, her kim bu sözleri anlamadıysa, rahmani ile şeytaniyi fark edemez, kendini de bilmez. Çalap Ta'âlâ Hazretlerinden yana yol bulamaz. Şimdi, her zaman insan suretinde olduğu halde insanlık mertebesinde olmayanları görürsün ya bunlar endişe ve veballerinin kalabası içinde boğulmuşlardır; tam şu hayvan sürüsü gibidirler.
Ama bunda "tasarruf" varsa onu da "tasarruf" sahipleri bilirler.
Tasarruf ettiğimiz yetmiş yılhk dedikodu bir saatlik ibâdette denk geldi.
Yetmiş yıllık İbâdet de bir saatlik tefekkürle denk geldi:
"Bir saatlik tefekkür yetmiş senelik ibâdetten hayırlıdır" (Hadis)
Yetmiş yıllık tefekkürde bir saatlik münacaala denk geldi.
Çünkü, halka bu dedikodu davası şüpheden gelir.
Zahidin işi, (gerçek) ibâdet bilmeden amel etmektir. Arifin tefekkürü, Allah'ın eseriyle muameledir, Muhibbin Mevla'ya Mevla ile münacaatı amelidir.
Fakat, ikiyüzlülük ve açgözlülük insanı terk etmez. Şimdi er kişinin daima gönül şehrini arıtması ve hiç gafil olmaması gerekir.
Şimdi, azizim! Aklın üç "hassaki"si (haseki) vardır ki gidip ikiyüzlülükle açgözlülüğü gönül şehrinden çıkarırlar.
Birinci "hassaki" sabır; ikinci utanmak; üçüncüsü, kanaattir.
Şimdi, Allah'ın lanetlediği şeytanın korktuğu, bu üç nesnedir. Şeytanın yenilmesi de bu üç nesneyle olur. Bunlar akıl içinde gayet ulu süvaridirler.
İnsanların makamı üçtür;
(Birincisi zahitler, ikincisi arifler, üçüncüsü muhiplerdir.)
Fakat değme kişileri, insan yerine saymadık. Bir çokları, her zaman şekilde insan, manâda hayvandır. Bunlar, "Onlar belki de daha sapıktırlar" (5/179) denilen hasetçilerdir ve kendilerini bilmeyenlerdir.
Zahitler gece gündüz korkudan yanarlar.
Şimdi her kim ki kendini bilmez, Çalap Allahı dahi bilmez. Bir niceleri, birinden güzel bir haber duyarlar "evet" derler. Bütün adlarını "ilme'l-yakin" ile bilirler. Şimdi, biri şeker yememiş olsa "şeker" demekle ağzı tatlanmaz.
Fakat, arifler "ayne'l-yakin" içinde kendilerini bildiler;
"Kendi nefsini bilip öğrenen Rabbım hakkıyla bilir." (Hadis)
Şimdi, sözü terk etmek yok (Söze devam edelim).
Muhipler, "hakke'l-yakin" içinde muratlarınca Çalap Allahı faildiler. Canları muratlarına erdi.
Bilinirse bu kadar sözün manâsı, bütün dünyaya değer.
Çünkü; "ilme'l-yakîn" "ayne'l-yakin" ve "hakke'l-yakîn"dir. Biri de şüpheyle "yakîn" (bilmek)dir.
Şimdi dedikodu, dava ve şüphe âbidelerindir. İbâdet, korku, ümit ve "ilme'l-yakin" zahitlerindir. Fakat; tefekkür, sohbet, velayet beklemek ve "ayne'l-yakin" anilerin; münacat, müşahâde ve "hak-ke'l-yakîn" muhiplerindir.
Baki dervişlik, ezeli saadet, ebedi devlet ve sonsuz sıhhattir. Her kime değdiyse rahatlık onundur. Vallahu alemu bis'sevap (Allah doğrusunu en iyi bilir).
DOKUZUNCU BÖLÜMBu bölüm marifet makamının tevhid anlayışını beyân eder.
"Ve Tanrımız tek bir Allahdır, ondan başka tanrı yoktur, çok rahmetli, çok merhametlidir."
(Kur-ânII/163)
O Kadim Padişah önce bize birliğini (bir olduğunu, tevhidi) bildirdi. Ondan sonra âlemlerin Padişahı, kullarına kendi varlığını bildirdi: "Allah ki o gökleri ve yeri yaratmıştır."
(Kuran XIV/32 ve XXXII/4)
Ondan sonra sıfatını bildirdi:
"Allah'ın verdiği renge boyanın; boyası Allah'ınkinden daha güzel olan kim var; ve biz ona kulluk edeceğiz, deyin." (Kurân II/138)
Ondan sonra mülkünü bildirdi: "Göklerin ve yerin hükümranlığı onundur." (Kurân II/138)
Ondan sonra heybetini bildirdi:
"O, kullarının üstünde yegane mutasarrıftır, hâkimdir, haberdardır." (Kuran VI/18)
Ondan sonra azametini bildirdi: "O, eşsiz derecede yüksek ve büyüktür." (Kurân II/255 ve XLII/4)
Ondan sonra izzetini bildirdi: ".. İzzet bütünüyle Allah'ındır." (Kupân XXXV/10)
Ondan sonra celâlini bildirdi:
"Celâl ve ikram sahibini olan Rabbinin ismi ne kutludur." (Kuran LV/78)
Ondan sonra nimetini bildirdi: "Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır." (Kurân XXII/78)
Ondan sonra intikamını bildirdi: "Ve Allah çok üstün ve zâlimlerden intikam alıcıdır."
(Kuran III/4 ve V/95)
Ondan sonra lutfunu bildirdi:
"Allah kullarına çok lutufkârdır; dilediğini hesapsız nimetlere boğar." (Kurân XLII/19)
Ondan sonra muhabbetini bildirdi:
"... Bana uyun ki Allah da sizi sevsin." (Kuran III/31)
Ondan sonra yardım (nusret)ını bildirdi;
"insanlara yardım etmek bizim üzerimize bir vecibedir." (Kur'ân XXX/47)
Ondan sonra kısmetini bildirdi:
"Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık." (Kuran XLIII/32)
Ondan sonra hasbel (yeterli kifayet)ini bildirdi:
"Kim Allah'a dayanırsa o, ona kâfidir." (Kuran LXV/3)
Ondan sonra rahmetini bildirdi:
"Allah insanlara karşı çok merhametlidir." (Kuran XXXIII/43)
Ondan sonra hikmeti içinde hayrının çok olduğunu bildirdi:
"... ve kime hikmet bahşedilmişse gerçekten pek çok iyilik verilmiş demektir." (Kur'ân II/269)
Ondan sonra kullarına İlim öğretilmesini bildirdi:
"Ve Allah size evvelce bilmediğiniz şeyleri öğretir." (Kur'ân II/151)
Peygamber Aleyhi's-selam buyurur ki:
"İlim üçtür: birincisi, beyan olunan âyetler, ikincisi sağlam farzlar, üçüncüsü sabit sünnettir. Şimdi kim bu üç ilmi bilirse o kimse gayet ulu kişidir".
Ondan sonra Hak Ta'âlâ dile gelmez, hesaba sığmaz türlü nesneler bildirdi.
O âlemlerin Padişahı Allah, zerreyi (bize) Kur'ân'da bildirdi;
"... O'ndan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz." (Kur'ân XXXIV/3)
Şimdi (O) her ne biidirdiyse hepsine inanıp, şükredip minnet duymak gerek. Sonra insanın kendisini de bilmesi gerek.
Her kim kendini bilse Allahı da bilir. Nitekim Peygamber (A.S.) buyurur:
"Kendi nefisini bilip öğrenen rabbını hakkıyla bilir." (Hadis)
Şöyle gerek ki:
"Kim kendinin fâni olduğunu bilirse, Rabbinin bâkiliğini anlar." Muradınca kendini bilsin. Bilmek, birinin biri hakkında "falandır ve filânın oğludur filân yerdedir." diye bilgi sahibi olması demek değildir.
İlimle araştırmalı, izlemeli, gözlemeli ve arştan yerin altına kadar her ne varsa kendinde bulmalıdır.
Şimdi gökle yer arasında birçok nesne vardır Fakat insandan ulusu yoktur. Bütün yaratılmış nesnelerin en üstünde arş ve'dır Arşta on sekiz bin kandil asılıdır. Değme bir kandilin genişliği, bu yüklüğü, bu dünyadan yetmiş kat fazladır Onlar Çalap Allah'ın hazineleridir ve on sekiz bin âlemdir.
Ama hepsinden yukarı arş vardır. İnsan vücûdunda da en yukarıda baş vardır. Can hazineleri de baştadır. Şimdi, o; akıl, ilham, idrak, sevişmek, aşk-ı didar ve marifet de hazinelerdir ve başta asılıdır. Marifet, yalnız bin arş gibidir. Başta asılı duranların her birisi de bin mülkten üstündür.
Baş, arşa benzer. Dünyada da gök ve yer var. Şimdi, insanın arkası göğe, tabanı yere benzer. Başı arka (sırt, omuz); arkayı da taban (ayak) götürür. Arşı gök, göğü de yer götürür, gökten ne yağarsa yer onu götürür.
Akıl aya, marilet güneşe, ilim de yıldıza benzer.
Dünyada güneş doğar ve uyanır. Fakat maritet hangi gönülde doğarsa o gönül uyanır; başkası uyanmaz. Marifeti Adem İlminde beyan edelim, inşallah.
Yedi kat gök var; ten de yedi kattır. İlki; deri, sonra et, kan, damar, sinir, kemik ve iliktir. İşte bunlar yedi kat göğe benzer.
Dünyada bulut ve yağmur var. Kaygı, buluta; gözyaşı, yağmura benzer.
Dünyada dağlar da var. İnsanda da kemik başları, dağlara benzer.
Dünyada, gark edici yedi de deniz var. Tende de gark edici yedi deniz var;
Birincisi gözdür; görmekten gark eder.
İkincisi dildir; söylemekten gark eder.
Üçüncüsü kulaktır; işitmekten gark eder.
Dördüncüsü kursaktır; eritmekten gark eder.
Beşincisi karındır; acıkmaktan gark eder.
Altıncısı, ağrı, sızıdır; ölümle gark eder.
Yedincisi sevdadır; mecnünluk ile gark eder.
Dünyada, ırmaklar da var. Gözyaşı ırmaklara benzer.
Dünyada, köyler de var. Tenler köylere benzer.
Dünyada ağaçlarda var. Parmaklar ağaçlara benzer. Dünyada otlar ve çalılarda var; kıllar, otlara; kollar, çalılara benzer.
Dünyada dört türlü de su var:
Birincisi, saf su; ikincisi, acı su; üçüncüsü; kavi su; dördüncüsü, pis kokulu sudur. Tende de dört türlü su var:
Birincisi ağız suyu; tatlıdır. İkincisi, göz suyu; acıdır. Üçüncüsü burun suyu; kavidir. Dördüncüsü, kulak suyu; pistir.
Dünyada dört türlü de ateş var;
Birincisi, taş ateşi:
"... yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakının." (Kurân II/24)
İkincisi,ağaç ateşi:
" (Allah) sizler için yeşil ağaçtan ateş yapmaktadır." (Kur'ân XXVI/80)
Üçüncüsü, yıldırım ateşi:
"(Münafıklar ve kâfirler) gök gürlemeleri ve şimşek arasında... parmaklarını kulaklarına tıkayan (kimseye benzer}" (Kur'ân II/19)
Dördüncüsü Cehennem ateşi
"Kafirler için hazırlanmış olan o cenennem ateşinden korkun." (Kur'ân III/31)
İnsanda da dört türlü ateş vardır. Birincisi, ziyafet-yemek ateşi; ikincisi, şehvet ateşi; üçüncüsü, soğukluk ateşi, dördüncüsü, muhabbet ateşidir.
Dünyada dört türlü de yel vardır. Birincisi, dâbur; İkincisi, sabâ; üçüncüsü, cenup; dördüncüsü, şimaldir. Tende de dört türlü yel var:
Birinci yelin adı, cazibedir; insanın yediğini kursağına sürer. İkinci yel, hâzimedir; insanın yediğini kursakta bekler. Üçüncü yel, kâsimedir (taksimeden); yenen yemekleri damarlara dağıtır. Dördüncü yel, deti'adır (savurucu); yenen şeylerin kepeğini dışarı atar.
Dünyada dört türlü de mevsim vardır:
Birincisi, ilkbahar; ikincisi, yaz; üçüncüsü, sonbahar; dördüncüsü kıştır. Şimdi, gençlik, ilkbahara; orta yaşlılık, güze; yaşlılık da kışa benzer.
Dünyada iki âdet de deniz vardır; biri tatlı, biri acıdır. İkisi de bir yerdedir; fakat birbirine karışmazlar.
"Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşmazlar" (Kur'ân LV/19-20)
Gözyaşı acı, göz bebeği suyu tatlıdır. Bunların ikisi de bir aradadır, fakat birbirine karışmazlar. Çünkü, gözün aslı yağdır; tuz (tatlı)a muhtaçtır. Göz bebeği suyu, tatlıdır. Eğer gözyaşı acı olmasaydı, göz kokar; göz bebeği suyu tatlı olmasaydı, gûz görmez olurdu.
Dünyada artmak da var eksilmek de. Vücutta da kuvvet var; kiminde artar, kiminde eksilir.
Dünyada mezarlık var. Mezarlık insanda da var. Şimdi, burun dedikleri mezarlığa benzer. Fakat burun iki deliklidir. Bir deliği dimağa, bir deliği boğaza gider. Mezar (ölü) da iki deliklidir: Biri cennete, biri de cehenneme gider.
Nitekim, Resul Hazretleri (A.S.) buyurur:
"Mezar ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut da cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Hadis)
Şimdi, devletli kişi odur ki, canını gatletten uyarmış, hâlini bilmiş olsun.
Dünyada, mümin ve kâfirde var. İnsanda ilham mümine; vesvese kâfire benzer.
Dünyada düşman ve savaş da var. Nefis düşman; nefsin arzusuna uymamak savaştır.
Dünyada Yahudi ve Hıristiyan ile haça tapmak (onun peşinden gitmek, hâlif olmak) isteyenler var. Günahına bağlı olmak (günahta inat etmek) Yahudiye; şeriata uymamak Hıristiyana; Hak'tan dönmek haça tapmağa; açgözlülük yalana; ötkelenmek aslana; soğuk yaradılışlık domuza; şehvet yılkıya; sinirlenmek yılana; lanetlemek file; sundan (?) kapmak, kazmak kurda; hoyrat yaşayanlar ayıya; minnet bilmemek, hiç birşey bilmeyen câhile benzer,
Hazreti Resul (A.S.) bu hadisinde şöyle buyuruyor:
"Her şey bir şeydir; fakat câhil hiç bir şeydir."
Dünyada zâlim, muktesid (tutumlu) sabık (rütbece ileri) da var;
"... onlardan kimi nefislerine zulmeden, kimi kötülükle iyiliği müsavi olan, kimi de Allah'ın izni ile hayırlarda ileri geçendir." (Kur'ân XXV/32)
Nefis zâlim, can muktesit; gönül sabıktır.
Dünyada kimi adaletli, kimi zâlim ve birbirleriyle kavga eden beğler var. Vücutta da bir akıl ve bir hevâ var. Aklın da hevânın da elli beş askeri var. Fakat akıl askeri; düzen ve temkinde (emr bi'l ma'rûf ve nehy ale'l-münker)dir, Aklın subaşısı ilhamdır; hevânın subaşısı ise vesvesedir. Bu ikisi her gün savaşırlar.
Ne zaman ki akıl askeri, hevâ askerini yenerse; o ten ve can Yaradan katında aziz olur:
İnsanoğlunun içinde bir et parçası var ki o et parçası düzelirse, bütün bünye düzelir; o et parçası bozulursa bütün bünye bozulur, işte o kalbdir."
Ne zaman ki -Allah göstermesin- hevâ askeri, akıl askerini yenerse; o ten ve o can Yaradan katında hordur:
"... Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını bozarlar onurlu kimselerini bayağı yaparlar." (Kur-ân XXXVII/34)
Dünyada; başında tacı, boynunda gerdanlığı, üstünde hilâli olan; fermanları, tahtları, memleketleri ve halkları bulunan padişahlar var.
Şimdi, tevhid, tac; ibâdet gerdanlık; Müslümanlık hilaf; ferman imân; taht marifet; memleket ihsan; raiyyet (bağlı olan halk) İslâmdır:
"Allah katında din, şüphesiz islamdır." (Kurân III/19)
Arifler; raiyyeti İslam; mülkü ihsan; fermanı imân; tahtı marifet olan yere otururlar ve Çalap Allah ile mûnacaat (yakarma-yalvarma) ederler.
GARİP HİKÂYE :Bir gün Allah'ın aslanı Ali'ye (K.V.) sordular ki:
- Ya Ali, taptığın Allahı görüyor musun? Ali şöyle cevap verir:
- Eğer görmeseydim, tapmazdım.
O hâlde müminlere vaciptir ki Hak Subhanehû Ta'âlâ Hazretlerini her yerde hazır bilmeli ve görmelidirler:
"... dikkat edin; Allah şüphesiz herşeyi bilgisiyle kuşatandır." (Kurân XLI/54)
Cennet ve içinde ırmaklar var:
"Orada temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmaktan, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır." (Kur-ân xLVII/I5)
Vücutta bulunan süt, kan, safra ve balgam da pınarlara benzer.
Gönül de cennet (uçmak)e benzer...
Yahya İbni Mu'âz şöyle der:
Benim gönlüm, dünya ve âhiretten değerlidir. Çünkü dünya, mihnet ve nimet evidir ama benim gönlüm marifet evidir. Marifet dünya ve âhiretten üstündür. Dünyada gaipler var; Cennet, cehennem, Arş Kürsü, levh-i kalem, melekler, öküz ve balık burçlarının adları söylenir, fakat kendileri gaiptir.
Vücutta bulunan; şu akıl, idrak, ilham, hidayet, fikir, endişe (düşü nce] gibi mefhumlar da gaiptir.
Dünyada başı gökte, dibi yerde ağaçlar da var. Marifet de ağaç gibidir; dibi müminlerin gönlünde, başı gökten yukarıdadır:
"... kökü sağlam, dalları göğe doğru..." (Kur'ân XIV/24)
Şimdi, azizim! Marifet ağacının başı tevhid, gövdesi iman, yaprakları İslâm, dibi yakınlık, kökü tevekkül, budakları neyh-i münker, suyu korku ve ümit (havf u recâ), yemişi ilim, yeri (toprağı) mümin gönlüdür. Başı arştan da yukarıdadır.
O marifet ağacının beş budağı vardır:
Birincisi, şevk; ikincisi, muhabbet; üçüncüsü, inayet; dördüncüsü, iradet; beşincisi ise, kurbiyyet (yakınlık) budağıdır.
Cennette Tuba ağacı vardır ki bir budağı, müminlerin köşklerinin penceresinden içeri girip durur.
Vücuttaki iman nuru da böyledir, bütün damarlara girip durur.
Cennette yemek içmek de var ama "küçük ve büyük abdest" yok. Bunun gibi anne rahminde çocuk da yer, içer ama idrar etmez.
Dünyada, kimi fıkıh, feraiz ilmini; kimi tefsir, hadis ilmini; kimi dil ilmini (sari ve nahiv), kimi Arap ve Fars ilmini; kimi hakikat ilmini; kimi belagat ilmini; kimi hendese ilmini; kimi astronomi (hikmet ve heyet) ilmini bilen, âlimtervar.
Şimdi, sözü devam ettirelim: İnsanda ise ağız, tatlı ve acıyı; kulak işitmeyi; dil, söylemeyi; burun, koklamayı; el, tutmayı; ayak, yürümeyi; gönül, hoşluk ve boşsuzluğu bilir ve gönül ne fetva verirse dil onu söyler.
Şimdi, azizim! Gönül bir şehre; ten hisara; göğüs içi kalabalık pazara; yürek, bağır, ciğer, dalak, dükkânlara; sıdk (doğruluk) ikrar (söyleme, kabul etme) isbat, İdrak, iradet (irade, dileme) riyazet (kanaatle yaşama, nefsi kırma), şevk, muhabbet, korku, ümit, yakın (sağlam bilgi), tevekkül, kumaş ve mallara; iman, cevhere; akıl mescide; marifet ışığa (çerağa) benzer. Mescidin ışığı duvarları aydınlatır; marifet ışığı ise arştan ferşe kadar her yeri aydınlatır.
(Dünyada) sermaye, kâr ve ziyan da var. iman sermayeye (Allah'ın) emirlerini tutmak kâr (fayda)a; imansız kalmak sermayeden ayrılmaya; benzer.
Gözler teraziye benzer. Gözler iki türlüdür; birisi zahiri (dış) birisi bâtını (iç)dir. Şimdi, saadet, bâtın (iç, kalp gözü) dan bakan içindir. Bâtından bakanların terazisi ağır, zahirden bakanların terazisi hafif olsun.
Tartılan hafif gelenler, işte onlar kendilerine yazık edenlerdir, cehennemde temellidirler. Tartıları ağır gelenler işte onlar kurtuluşa ermiş olanlardır." (Kur,ân XXIII/103-102)
(Dünyada) Beytü'l-Ma'mûr, Ka'be de var. Fakat gönül ikisinden de kıymetlidir. Çünkü Beytü'l-Ma'mûr (gökte, Ka'be hizasında Kerrûbiye adı verilen büyük meleğin tavafı olan beyt-i şerif) göktedir. Kerrûbiler (büyük melekler) tavaf ederler. Ama gönül, Padişah-ı âlem Allah'nın nazargâhıdır.
Gönül kuşa benzer. Kuş uçarken kimi yerde azar, takat gönül azmaz. Çünkü gönül ile Çalap Allah arasında perde yoktur.
Nitekim Abdullah ibni Abbas (R.A) şöyle der;
Muhammed Mustafa (A.S.) dan işittim ki; Çalap ile bütün nesneler arasında perde vardır; fakat gönül ile Çalap Allah arasında perde yoktur.
Şimdi, müminin gönlü Ka'be'ye benzer. Ka'be'ye giden ayağıyla yürür ama gönül isteyen, yüzü üzre varması gerek. Onun için âşıklar, yüzlerini yere sürerler.
Ka'be'ye gidene kılavuz gerekir. Kuran kılavuzdur, yoldaş yeter ama gönle Çalap Allah yoldaştır.
Ka'be'de ihram giyerler. Hakkı, bâtıldan ayırmak, ihram giymeye benzer. Yoldan taşları temizlemek de Ka'be'de Batn-ı Urana'da taş atmaya benzer. Nefsin arzularını defetmek, Ka'be'de kurban kesmeye benzer. Geçmiş ömür Safa'ya, kalan ömür Merve'ye benzer. Geçmiş günahlar için tövbe etmek, kalan ömrü Hak Ta'âlâ'nın kulluğunda geçirmek, Safa ile Merve arasında yürümeye; her zaman tövbe istiğfar ile yürümek de Ka'be'yi tavafa benzer. Sükûnetle yürümek, Arafat'a varmaya benzer.
Ka'be'ye giden, dört yerde tavaf eder. Bunlardan ilki, Hacerül-Esved; ikincisi, Makam-ı Müllezem; üçüncüsü, Bab-ı Ka'be; dördüncüsü, Rükn-i Yemeni'dir.
Gönülde de dört yerde nurani (mânevi) tavaf vardır: İlki, sağda havf (korku) nuru tavafı; ikincisi, solda recâ (ümit) nuru tavafı; üçüncüsü, önde muhabbet nuru tavafı; (dördüncüsü), arkada şevk nuru tavafıdır.
Ka'be'ye varanın ihramı gibi müminlerin de İhramı vardır. Kendi vücutları, aileleri, malları ve hısımları ihramdır.
Gönlün varlığı bilinir fakat niteliğini bilmekte âlemler âciz kalır. Gönlün Tazı (Arap) dilinde yedi adı vardır: 1) Kalb, 2) Canan, 3) Ruh, 4} Bâl (kanat), 5) Halad, 6) Zamir, 7) Fu'âl. Değme adının da yetmiş iki manâsı vardır. Değme bir manâsını bilmede bütün âlimler âciz kalır.
Şimdi, azizim! Çalap Allah'ın da niteliğini bilmekte âlemler âcizdir. Hak Ta'âlâ'nın Kur'ân'da doksan dokuz ismi vardır. Hemen bütün isimlerini "ilme'l-yakîn" ile bilirler. "Bin bir ismi var" derler fakat niteliğini bilmekte bütün âlemler âciz kalır.
Vücûtta da Çalap Allah'ın birliğine işaret eden beş nesne var:
Birinci işaret (delil) Cebrail (a.s.)ın geldiğine,
İkincisi, Muhammed (A.S.)in peygamber olduğuna,
Üçüncüsü, Muhammed (A.S.)in faziletine,
Dördüncüsü, yaradımış nesnelerin ölüp tekrar dirileceğine,
Beşincisi, Çalap Allah'ın varlığına, sonra, Hak Subhanehu ve Ta'âlâ'nın insanı yokken var eylediğine, dairdir.
Her kişinin iki resulü vardır: Biri zahir, biri bâtın. Zahir, dil; bâtın, gönüldür. Dil Muhammed (A.S.)e ve gönül Cebrail'e benzer.
Muhammed (A.S.)in fazlına demiştik, insanın yaradılışı (şekli) bile Muhammed adının harfleri üzredir.
Gerçekten de insanın başı mim gibi, iki eli hâ karnı mim, iki ayağı dadal gibidir.
Namazın da (edâ) emri Ahmed adının harfleri üzredir:
Elif kıyama; hâ rukûya; mim sucuda; dâl tâhiyyata benzer;
"O halde akşama girdiğinizde ve sabahladığınız vakit Allah'ı tesbih ediniz. Göklerde ve yerde hamd O'nundur. ikindi ve öğle vakitlerinde de (namaz kılarak) Allah'ı tesbih edin."
(Kuran XXV/17-18)
İnsanda çocukluk çağı, sabah namazına; erginlik çağı öğle namazına; yiğitlik (delikanlılık) çağı, ikindi namazına; orta yaşlılık çağı akşam namazına; yaşlılıkçağı da yatsı namazına benzer.
Yatıp uyumak, ölüme; uyanmak, ölüp de tekrar dirilmeye benzer.
Muhammed (AS.) baş parmak; Ebu Bekir (R.A.) şehâdet parmağı; Ömer (R.A.) orta parmak; Osman (R.A.) taharet parmağı; Ali (K.V.) küçükserçe parmak gibidir.
Vefalı besleyici olunca, insan beş parmaksız da yaşar. Çalap Allah sevgili kılınca, peygamberlik eder. Allah bahanesini kılıp inayet edince, müminler amelsiz de kabul olurlar.
Şimdi, azizim! Malûm oldu ki:
Çalap Ta'âlâ dünyada her ne yaratmışsa hepsi insan oğlunda vardır. Belki de daha fazlası vardır. Zira ki bunca gönüllerde sır vardır da anlatılmaz, niteliği itade edilmez.
Çalap Ta'âlâ 'nın zahiri ve bâtını vardır: Zahiri, bu dünya, batını, öteki dünyadır. Fakat bu dünya, sonunda harap olacaktır:
"O gün yer yüzü başka bir arza, gökler de başka göklere çevrilecek, insanlar kabirlerinden her şeye hâkim bulunan Allah'ın huzuruna çıkacaklar." (Kuran XIV/48]
Vücût âlemi de sonunda harap olacaktır:
"Her can ölümü tadacaktır." (Kurân XXIX/57]
Bu âyetin manâsı bilen için ibrettir.
(Allah) gökleri bu kadar büyüklüğüyle şöyle direksiz durdurdu ve yıldızlarla bezedi, süsledi. Yine gökleri hava ile; havayı, kuşlar ile; dağları, geyikler ile, tenleri, zaaf ile, canları, muhabbet ile; insanları, birbirlerine bağlamak ile; yüzü, göz ile, elleri, avuçları ile; ayakları, topukları ile; zahiri, bâtın ile; cenneti, nimet ile; cehennemi, zakkum ile; dünyayı, mihnet ile; âhireti, beğlik ile; Çalap (C.C.) kendini kulları ile; siz kulları, Çalap Allah ile bezedi ve süsledi.
Allah Tebareke ve Ta'âlâ güzel kulunu kendi rahmeti ile yad edip buyurur ki:
Ey kullarım! Gözünüzü açın, görün, işitin. O zevalsiz Kadim Allah, zevalsiz Padişah (Allah) şöyle buyurur: Ey ibretli Kullarım! Eğer beni dilerseniz yere bakın; nakışlı yaygımı döşememi; göğe bakın; tezyin ettiğim gökleri; meleklere bakın; sırrımı; dağlara bakın; büyüklüğümü; denizlere bakın; ambarımı; kıyamete bakın; heybetimi; cennete bakın; nimetimi; büyüklüğüme bakın; güçlülüğümü; Kurân'a bakın; emirlerimi; kullanma bakın; hilkatımı; göklerin işaretine bakın; şanımı; evliyalarıma bakın; hazinelerimi görün.
"Andolsun biz, Âdem oğullarını üstün kıldık, karada ve denizde taşıtlara yükledik." (Kuran XVII/70)
Sizleri sevdiğim için bunca kerametler verdim. Şimdi, ey azizler! Çalap Allah, dünyada her ne yaratmışsa sizlere verdi; kendini dahi sizlere verdi.
Şimdi, gökler sizin örtünüz; yerler sizin döşeğiniz; ay ve güneş sizin kandiliniz; yemişler sizin nimetiniz; otlar süsünüz; ağaçlar yaraşığınız (faydanız); yılkılar merkebiniz; melekler tapıcınız; cennet, makamınız; huriler, çiftleriniz; Rıdvan, kapıcınız; kiramen kâtibin şerefiniz; Ka'be kıbleniz; Kuran, inancınız; Malik, zindancınız; Muhammed Mustafa (A.S.) şelaatçınız; Âdem (A.S ) atanız; Havva, anneniz bayram günü, güvenciniz; Cuma günü şifanızdır. Sizler birbirlerinizle kardeşlersiniz. Siz kullar, benimsiniz; ben gafur Mevla sizinim. Bunca çeşit nesneleri sizin için yarattım. Arştan yerin altına kadar her ne varsa sizlere bildirdim:
"Biz onlara hem yeryüzü etrafında, hem de bizzat nefislerinde kudretimizin alâmetlerini öyle göstereceğiz ki nihayet peygamberin söylediği şeyin hak olduğu kendilerine zahir olacaktır."
(Kur'ân XLI/53)
Ne zaman beni isterseniz; kendinizde isteyin, bulursunuz. Çünkü, ben size vücûdunuz içinde canınızdan daha yakınımdır; gözünüzün görmüş olmasından, dilinizin söylemiş olmasından, kulağınızın işitmiş olmasından daha yakınımdır. Elinizin tutmasından, ayağınızın yürümesinden; size, sizden daha yakınımdır. "... Biz o kişiye sizden daha yakınızdır, ama görmezsiniz." (Kurân LVI/85)
"... Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kurân L/16)
"Bu ilimlerle hakikattir ki her ne kim bilse kendini bilir ve her ne kim kendini bilse hakikatta, beni bilir."
"Kendi nefsini bilip öğrenen rabbını hakkıyla bilir."
(Hadis) Şimdi, kendini bilen Hakkı bilir. Hak Ta'âlâ'nın varlığını bilir; takat niteliğini bilmez. Şimdi, şöyle bil ki:
Nitekim, insana candan; Çalap Allah'a da kuldan yakın yok. "... Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kuran L/16)
Nitekim can, tene yakındır; Çalap Allah da kullarına şu âyette belirtildiği gibi yakındır.
"... üç kişini gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlaka O'dur: Beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncıları mutlaka O'dur; bunlardan az veya çok ne olurlarsa olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka onlarla beraberdir..." (Kurân LVIII/7)
Nitekim can vücûdun tedbirindedir; Allah Ta'âlâ da kullarının tedbirinde öyledir. Böyle bilmek gerek. Nitekim tenin dirliği can iledir; âlemin dirliği de Allah Ta'âlâ iledir.
Nitekim, Çalap Allah'ın varlığı bilinir ama niteliği bilinmez: "O'na benzer hiçbir şey yoktur, O bütün söylenenleri işitir, bütün yapılanları görür." (Kuran XLII/2)
Can da böyledir: "Ey Muhammedi Sana ruhun ne olduğunu soıuyorlar, de ki: Ruh, Rabbimin buyruğundan ibarettir..." (Kur'ân XVII/85)
Kendi kendini bilmekliği kısa keselim. Çünkü uyanık insanlara bu kadar söz yeter. Doğrusunu en iyi Allah bilir.